menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sosyal devlet konusunda düşünceler…

16 6
18.03.2025

Geçen haftaki yazının son bölümünde, devrimi hedeflemeyen ve kendisini işçi sınıfının kazanımlarını savunma gündemiyle sınırlandıran bir mücadele hattının yenilmeye mahkûm olduğunu söylemiştik. Gerekçemiz şuydu: bu kazanımlara zemin teşkil eden devlet teşkilatlanmaları neoliberalizm tarafından tasfiye edilmiş, kazanımların bazıları ortadan kalkmış, geri kalanının ise altı boşalmıştı. Örneğin, emeklilik kuşkusuz kıymetli bir haktır, ama işçi sınıfının bugünkü düşük ücret düzeyiyle eskiden ifade ettiği anlamı yitirmiştir, zira emeklilerin büyük bölümü çalışmaya devam etmek zorundadır. Ya da, eğitimin devlet okullarında yurttaşlara bedelsiz sağlanması kuşkusuz önemli bir haktır, ama bu hak devlet okullarındaki eğitim bilimsel olmaktan çıkartılıp bu okulların her biri birer kuran kursunu andırır hale geldikçe eski anlamını yitirmiştir.

Varacağımız sonucu baştan söyleyelim ve tartışmayı derinleştirelim: İşçi sınıfının canhıraş bir biçimde kendi devletine ihtiyacı vardır ve sermaye devleti altında yaşandığı müddetçe bunu sorgulamadan kazanımlara odaklanmak pek çok sakınca barındırmaktadır.

Gelin, inceleyelim...

***

“Sosyal devlet” tartışması hiç yeni değildir. Bu kavram yerleşiklik kazanmadan çok önce, kapitalist üretim biçiminin toplumun önemli bir kesimini mahkûm ettiği akut sefaletin iki açıdan çelişki yarattığı fark edilmişti.

Birincisi, bir yanda yurttaşların bireysel özgürlüğüne dayalı bir hukuki yapı, diğer yanda bireyin kendisini asla özgür hissedemeyeceği maddi koşullar içerisinde yaşaması patlamaya hazır bir bombaydı. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere bu çelişkiyi başta İrlandalılar olmak üzere emekçi kitleleri Kuzey Amerika kolonisine doğru kaybederek ve sonunda bu büyük koloniyi kaybederek; Fransız burjuvazisi ise neredeyse yüz yıl süren devrim ve karşı devrim sürecinde birden fazla defa iktidarı baldırıçıplaklara kaptırmanın eşiğine gelerek tecrübe etmişti. Kriz dönemlerinde “hepimiz aynı gemideyiz” ayağı çekip emekçi sınıftan fedakârlık istemek mümkündü; ama kapitalizmin başarılı biçimde işlediği ve sermaye birikiminin sağlanıyor olduğu dönemlerde “boş tencere” tehlikeli bir şeydi.

İkincisi, piyasa ekonomisinde her ücretli emekçi aynı zamanda birer müşteriydi ve sefiller üretilen metalara müşteri olamıyorlardı. Bu da, bilhassa üretilen malların kolaylıkla dış pazarlara ihraç edilemediği durumda aşırı üretim sorunu yaratıyordu. Kapitalizmin ilk yıllarında (1600’lerin sonunda), İngiliz tüccarlar sanayi devriminin sağladığı üretkenlik artışını bütün Avrupa’yı ucuz kumaşa boğmak için kullanmış, yoksul işçilere ürettirdikleri metalara yurt dışında pazar buldukları için iç pazarı görece önemsememiş ve ücret artışına hiç yanaşmamıştı. Charles Dickens’ın romanlarında anlatılan ve insanı insanlıktan çıkartan rezil sefalet koşulları böyle ortaya çıkmıştı. Ne var ki, arka arkaya gelen Amerikan ve Fransız devrimlerinin İngiliz tüccarların başlıca pazarlarını serbest erişime kapatmasının hemen ardından İngiltere’de 1802 yılından başlayarak “Fabrika Yasaları” olarak bilinen bir dizi yasa kabul edildi. Sosyal devlet uygulamalarının ilk örneklerini de içeren bu yasalar, bir yanda yaşanan devrimlerin İngiliz işçi sınıfının aklına kötü şeyler getirmesini önlemeye, diğer yanda ise sermayeye talep kapasitesi görece yüksek bir iç pazar sunmaya yönelikti.

Özetleyelim ve devam edelim: Sermaye yoksulluk konusuna iki soruyla yaklaşır: (1) Emeğin yeniden üretiminin maddi ve politik koşullarını........

© soL