Çocuklara aç bir düzen
Nüfus artışını teşvik etmek için sık sık tekrarlanan “her insan rızkıyla doğar” sözü, başka pek çok idealist önerme gibi, dümdüz bir yanlış değil bir doğrunun baş aşağı edilmiş halidir. Her insan bir yanda düşünme ve eyleme, dolayısıyla üretme potansiyeliyle, yani emeğiyle, diğer yanda ise ihtiyaçlarıyla doğar.
Ne var ki insan emeğinin üretken biçimde harekete geçmesi asla bireysel bir mesele değildir. İnsan, insan olduğundan bu yana asla ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılamaya çalışmadı, insan emeği her zaman bir toplumsal işbölümünün parçası olmuştur. Dolayısıyla doğan her yeni insanın emeğinin nasıl toplumsallaşacağı, üretime nasıl katılacağı, hatta katılıp katılamayacağı (yani “rızkını” üretip üretemeyeceği) toplumun mevcut üretim ilişkileri, yani ekonomik düzeni tarafından belirlenir. Örneğin bir toplumda emek ataleti varsa, yani çalışmasının önünde herhangi bir bireysel engel bulunmayan insanlar toplumsal düzenin işleyişi sonucunda çalışamıyor ve boşta kalıyorsa; nüfus arttığında bu âtıl bırakılan insanların da sayısı artacaktır. Diyelim ki, bir ülkede istihdam oranı yüzde 48,8 olsun, yani her bin insandan 488’i gelir getirici biçimde çalışabiliyor, 512’si çalışamıyor olsun.1 Bu ülkede yetişkin nüfus 66,3 milyonken, çalışamayan yetişkinlerin sayısı 33,9 milyon olacaktır. Bu ülkede nüfus 100 milyona yükselse, çalışamayan yetişkinlerin sayısı da en az 51,2 milyona yükselecektir.
Peki, buna rağmen neden hala nüfus artsın istiyor, üç çocuk, dört çocuk yapın diyorlar?
Çünkü nüfus arttıkça işçileri çalıştıran sermayedarların sayısı kendiliğinden artmıyor. Ama bu sermayedar sınıf, nüfus arttıkça, hem elinin altında çalıştırabileceği daha fazla işçi, hem de her insan aynı zamanda ihtiyaçlarıyla doğduğu için, daha büyük bir potansiyel talep tutar hale geliyor.
“İşsizlik” bir orandır, “yoksulluk” bir orandır, ama bu tanım kümelerine toplanıp oranları hesaplanan insanlardan her biri için hayat sefalet içinde yaşanan, başkalarının iyiliğine muhtaç olunan, insanlığın kolektif varoluşu olan üretim faaliyetinden dışlandıkları, horlandıkları, değersizleştirildikleri bir cehennemdir.
Her insana insanca, anlamlı biçimde yaşayabileceği bir hayat sunamayan bu düzende nüfusun artmasını istemek emek sömürerek yaşayıp zenginleşen vampir sermayedar sınıfın sözcülüğünü yapmaktır.
***
Peki, “doğurganlık düşüyor, soyumuz zürriyetimiz kuruyacak, üreyin ey ümmet!” çağrılarının gerçeklik payı nedir?
Öncelikle, doğurganlık oranının 2003-2014 yılları arasında nüfusun yenilenme oranı olan kadın başına 2,1 çocuk civarında sabitken, 2014-2024 yılları arasında hızlı bir düşüşle kadın başına 1,48’e inmesinin gerçekten çarpıcı olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye, bu konuda son on yılda büyük bir hızla muasır batı medeniyetini yakalamış durumda.
Erdoğan “sebep ekonomik değil, hazcılık ve eşcinsellik propagandası” diyor.2 O zaman, öncelikle, daha fazla çocuk sahibi olunmasına yönelik başlatılan ekonomik teşvikler yanlıştır ve bunların durdurulması gerekir. Ne var ki, konu gayet ve neredeyse tamamen ekonomiktir. Doğurganlık oranının düşmeye başladığı 2014, yalnızca birkaç gün önce yıldönümünü andığımız Gezi Direnişinin ardından AKP despotluğunun ipten kazıktan kurtulduğu yıl değil, aynı zamanda ekonomi büyümeye devam etse de gelir bölüşümünün bozulmaya başladığı, üretilen zenginliğe emekçi halkın erişiminin sürekli olarak azaldığı, emek ataletinin kesintisiz bir yükseliş eğilimine girdiği kırılma yılıdır. Zaten burada da AKP’nin “Gezi ekonomiye darbe vuran bir sabotajdı, bu sabotajlar sürdüğü için biz de otoriterleştik” savunması, diğer pek çok yalanları gibi tamamen uydurma değil, gerçeğin baş aşağı çevrilmiş halidir. Hemen herkesin mutlu mesut, liberallerin alayının AKP’li olduğu ve halkı da bu yönde uyuttuğu 2003-2011 dönemi boyunca AKP de pek demokrat takılmıştır;........
© soL
