İran cephesinden 'iç cephe'ye
1990’ların başında Sovyetler Birliği dağılıp reel sosyalizm çözüldüğünde zaferini ilan eden kapitalizm ve liberal demokrasi dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilir miydi?
Yani örneğin nükleer silahları bütünüyle imha edip askeri harcamaları ciddi ölçüde azaltarak küresel ölçekte bir refah ve kalkınma programını hayata geçirebilir, ulusal ve uluslararası ölçekte yoksulluğu, eşitsizliği ve adaletsizliği azaltabilir miydi?
Yapabilirdi elbette ama bu sefer kapitalizm kapitalizmden başka bir şeye benzemeye başlardı; çünkü kapitalizm hiçbir zaman basitçe serbest piyasadan ibaret olmamıştı. Savaş, askerlik, katliamlar, mafyatik yapılanmalar, silah, uyuşturucu, kara para ticareti vs… Bunların hiçbiri kapitalizmin anomalileri, yani sapmaları değildi, bizzat kapitalizme içkin olgulardı, hepsi onun doğasında mevcuttu.
Tam da bu nedenle Sovyet-sonrası yeni dünya düzeninin açılışı 1. Körfez Savaşı’yla yapıldı, Irak günlerce bombalandı. NATO tasfiye edilmek ya da küçültülmek yerine bir dünya jandarmasına çevrilmek istendi, Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidine karşı kurulduğu için varlık nedeni ortadan kalkmasına rağmen 90’ların sonundan itibaren yeniden düşmanlaştırılan Rusya’ya karşı genişlemeye başladı. 1999’da Kosova Operasyonu geldi. 2000’lere Afganistan ve onu izleyen Irak işgalleriyle girildi. 2000’lerin ilk on yılı bittiğinde Libya ve Suriye’de rejim değişiklikleri için düğmeye basılmıştı. Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde de “renkli devrimler” denenecek, Amerikancı rejimlerin iş başına gelmesi sağlanacaktı. Arka planda ve uzun vadeli bir hedef olarak ise Çin vardı; ABD dikkatini ve enerjisini adım adım Pasifik’e kaydırdı, Çin’le mücadele küresel hakimiyet stratejisinin merkezine yerleşmeye başladı.
Bu süreçte askeri harcamalar katlanarak arttı, militarizm tekrar yükseldi, neoliberal politikalarla ülkelerin kendi içinde ve uluslararası ölçekte gelir dağılımı alt üst edildi, iklim krizi tetiklendi, göç olgusu bir kez daha sahneye çıktı; tüm bunlar ise ırkçılığı ve faşizmi yeniden küresel bir olgu haline getirdi, komplo teorileri daha fazla rağbet görmeye başladı, güvenlikçi politikalar daha da derinleşti.
Velhasıl kapitalizm doğası gereği Sovyetler Birliği ve sosyalizm sonrası dünyayı daha iyi bir yer haline getirmedi; bilakis bu ikisinin yokluğunu bir fırsata çevirip dünyayı daha büyük bir hırs ve ihtirasla talan etmeye, insanlığı adım adım bir barbarlık safhasına taşımaya başladı.
Buraya doğru adım adım gidilirken şimdi sırada İran var. Gazze’de soykırıma devam eden, Lübnan’da büyük bir yıkım gerçekleştiren, Suriye’nin cihatçı katillerin kontrolüne geçmesiyle eli rahatlayan İsrail, şimdi nükleer silah sahibi olmasını engelleme iddiasıyla ve üstelik kendisi sayısı bilinmeyecek kadar çok nükleer silah sahibiyken İran’a saldırıyor, nihai hedefinin İran’da bir rejim değişikliği olduğunu ise gizlemiyor.
Öncelikle basit birtakım gerçeklikleri yazalım: Birincisi, Evet İran’da halk düşmanı, gerici, despotik bir molla rejimi var, bu rejim İran’ın sermaye sınıfıyla gayet iyi ilişkiler içerisinde, hatta mollaların bir kısmı da bu sınıfın bir parçası, dolayısıyla İran devleti gerici ve sömürücü bir devlet. İkincisi İran halkının bu rejime karşı direnmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi sonuna kadar haklı ve meşru. Üçüncüsü ise doğrudan emperyalist merkezlerden yönetilmediği sürece sosyalistlerin ve komünistlerin İran halkının mücadelesinin yanında durması eşyanın tabiatı gereği.........
© soL
