menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cumhuriyet 11’i beklerken…

19 1
26.10.2025

Boksla da ilgilenmiş bir yazar olarak Cortazar, okur nezdinde ringe çıkan edebiyat eserlerinde, romanın sayıyla kazanmak şansı bulunduğu halde, öykünün nakavt etmek zorunda olduğunu söyler. Çok da doğrudur. Bunu yerine getirdiği ve okura sert bir aparkat vurup, saydıran öykülerinden birinde, tavşan kusan bir adamı anlatır. “Paris’te Bir Genç Hanıma Mektup” adını taşıyan bu öyküden, uzun yıllar önce birkaç kafadar etkilenmiş, “11” adıyla kısa film yapmıştık. Ortalığı toparlarken, filmi kaydettiğim DVD geçti elime, izledim ve anımsadım. Filmin adı “11”di. Çünkü…

Bu paragrafı yazarken bile, CHP’ye kilit vurmaya denk “kongrelerin mutlak butlan davası”, Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce reddedildi. Bu şaşırtıcı normale, İmamoğlu hakkında bir de casusluk davası açılması eşlik etti aynı anda. Davaya, yine uyduruk soruşturmaların olmazsa olmaz zanlısı Merdan Yanardağ da dahil edildi ve “yönettiği öğrenilen” Tele1 kanalına “lirik” bir kayyım atandı…

Tavşan kusan bir adam anlatılıyor diye okuyanı nakavt eder mi bir öykü? Sanmam. Filmin adını “11” koymuştuk çünkü…

Sosyal medyada artık bizim kuşağın mecrası olan Facebook’ta, sözleşmiş gibi, birkaç arkadaşım bir yazı paylaştı. Kırıkkanat, Cumhuriyet’te, kuşkusuz Gezi atmosferinin de etkisiyle, bir vapur yolculuğunda “Ankara’nın Bağları”nı caz yorumuyla çalan gençlere çımacının müdahalesi üzerine, yolcuların bu hoyratlığa tepkisini yazmış on yıl kadar önce. Vapur çıkışında bekleyen zabıtalara da kendiliğinden örgütlü bir çalım atılmasını ve müzisyen gençleri sahiplenmeyi anlatmış. Bunca yıl sonra paylaşılmış. Çünkü…

O yazı, Nâzım’dan mülhem bir başlık taşıyormuş. Havanın kurşun gibi ağır olduğu, “sürekli tekmelenen bir halkın öfkesinin kabarmaya başladığı” saptamasıyla bitiyormuş. Ne zaman bu kaynayan kazanın kapağı atacak diye soruyormuş. Yazılalı on yıldan fazla olmuş ve Haziran’ın dumanı üstündeymiş oysa.

Hiç ilgimi çekmeyebilirdi, Aki Kaurismäki'nin “Umut Limanı” filmini çok gecikmeli olarak yeni izlemiş olmasaydım. Yakalanan bir grup mülteci içinden bir çocuğun, polisten kaçıp saklandığı, yoksul, emekçi bir mahallenin iyi insanları tarafından kurtarılıp, saklanıp Londra’ya gönderilmiş annesine kavuşturulması mücadelesini anlatan ve “bu mahallede mucize olmaz” derken, son evre kanseri de, düzeni de yenen “mucize”yi dayanışmayla gerçekleştiren insan sıcağının verdiği umut kalıyor geride, başrolü ayakkabı boyacısına veren filmin final jeneriği akarken.

Kırıkkanat, yazısını, o vapur yolcularının alt tarafı çımacıya ve zabıtaya karşı duruşunun, gündelik hayatlarında muazzam bir eşiği aşmak, kahramanlaşmak olduğuna vurguyla bitiriyor ki, filmin jeneriğinde de akabilirdi bu.

Ne yana dönseniz, sermaye düzeninin doğası kaynaklı, gerici hizmetkârları eliyle katranı ağdalanmış zifirî bir kötülük kesiyor soluğunuzu. Kafkaesk deseniz hafif kalır bir gerçeklikte, gözü dönmüş, fütursuz bir keyfîliğin elinde, haksız, hukuksuz sürüklenirken, çürüme ve çöküş insanı tahrip eder kendine yabancılaştırırken, bir özlem, bir umut anımsaması ihtiyacıydı belki de kimi........

© soL