İlgi Alanı: Auschwitz’ten Gazze’ye bir yol
Almanya, sen yok musun sen
Hanenden yükselen konuşmaları duyunca
Gülesi geliyor insanın.
Ama yüzünü gören hemen bıçağına sarılıyor.
-Bertolt Brecht
Bugün holokosta ilişkin kültür endüstrisi ürünlerini tüketmek ya da bu konuya odaklanan yayınları okumak kaçınılmaz biçimde Filistin hakkında düşünmeyi teşvik ediyor. Bu meşum olaya ilişkin bütün temsiller çağın aynasında Filistin’i yansıtıyor, Filistin trajedisini gölge gibi peşinden sürüklüyor. Tersi de geçerli elbette: Almanya ve Naziler hakkında düşünmek dolaylı olarak İsrail ve Siyonizm hakkında düşünmek demek. Söz konusu insanın ve toplumun karanlık doğası üzerine düşünmekse Gazze’de yaşananları Auschwitz’i düşünmeden anlamak ne kadar mümkün? Ailesinden pek çok kişiyi Auschwitz’te yitiren Gabor Mate İsrail’in Gazze’ye yönelik 7 Ekim’den sonraki yoğun saldırıları için “Sanki TikTok’tan Auschwitz’i izliyormuşuz gibi.” demişti.[1]
Holokost ile ilgili çok sayıda film yapıldı, kitap yazıldı. Yetmiş yıldır özelde Almanya genelde Batı dünyası, geçmişin utancını telafi etmenin bir yolu olarak ve aslında Yahudi acılarını istismar ederek imkânlarını “Holokost Endüstrisi”[2] için seferber ediyor. Hollywood öncülüğünde sinema dünyasının holokost anlatısı 70 yıldır bıktırıcı düzeyde işlenerek bir klişe hâlini aldı. Ancak 2023’te yayınlanan Oscar ödüllü İlgi Alanı (Zone of İnterest) filmi bu klişeyi aşan bir fark koyuyor ortaya. Holokost temasını işlese de filmin yalnızca geçmişi değil, yönetmenin ifadesiyle “bugünü yansıtmak” ve bugünün sorunlarıyla “yüzleşmek için” de çekildiği anlaşılıyor. Holokost üzerinden genel insanlık durumunu yansıtması, “kurbanların kurbanları” üzerine düşünmeye imkân tanıması ve yönetmeninin ödül törenine damga vuran politik konuşması açısından diğer filmlerden belirgin biçimde ayrışıyor.
Film, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını yoğun biçimde sürdürdüğü bir dönemde gösterime girdi. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 60 binin üzerinde sivil katledildi. 1948’deki Nakba’dan bile daha kötü bir felaketi yaşıyor Filistinliler. Nakba olayı “etnik temizlik” olarak tanımlanıyordu. Ancak bugün Gazze’de yaşananlar bir tür “soykırım” olarak, televizyonlarda ve sosyal ağlarda canlı olarak paylaşılan ilk soykırım olarak kabul ediliyor.[3] İsrail, bu saldırıları “7 Ekim’e bir mukabele” olarak ve kendini savunmak için yürüttüğünü iddia etse de kullandığı yöntemler ve hedef alma biçimleri, sivil ve askeri unsurlar arasında hiçbir ayrım gözetmediğini ortaya koyuyor. Gelişmiş savaş teknolojileriyle yürütülen bombardımanlar, kenti adeta geniş bir Auschwitz kampına dönüştürdü; hastaneler, okullar, ibadethaneler ve altyapı sistemleri ağır hasar gördü. Hastanelerin vurulduğu, sağlık çalışanlarının ve gazetecilerin öldürüldüğü, sağlık hizmetlerinin işlemez hale geldiği bir durum söz konusu. Hâlen tüm Gazze nüfusu İsrail’in ablukası nedeniyle su ve yiyecek dâhil en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor. Durum o kadar vahim ki hayatta kalma güdüsüyle uçaklardan bırakılan yardım kolilerine ulaşma çabasındaki insanlar bu kolilerin altında eziliyor.
Böylesi bir atmosferde vizyona giren holokost temalı İlgi Alanı da kaçınılmaz olarak Gazze’de yürütülen soykırımın ve buna ilişkin tartışmaların ilgi alanı çerçevesinde alımlandı. Filmin Yahudi yönetmeni Jonathan Glazer, ödül töreninde yaptığı konuşmada Yahudilerin yaşadığı acılarla Filistinlilerin acıları arasında bir süreklilik ilişkisi kurdu. Konuşma sırasında, hissettiği baskıdan olsa gerek elleri titreyerek Gazze’yi andığı cüretkâr bir konuşma yaptı:
“Şu anda, Yahudiliğimizin ve Holokost’un, sayısız masum insana karşı yürütülen bir çatışma ve işgal tarafından gasp ve suiistimal edilmesini reddeden insanlar olarak buradayız. İster 7 Ekim’in İsrail’deki kurbanları, ister Gazze’ye yönelik devam eden saldırıların mağdurları olsun… Bu insanlık dışı muamelenin tüm kurbanları adına, nasıl direneceğiz?”[4]
Glazer’ın konuşması, kültür endüstrisine hâkim Beyaz üstünlükçü ve İsrail destekçisi ağı delmeye yönelik cüretkâr ve güçlü bir çıkış olarak görüldü. Konuşma beklendiği gibi bazı Siyonist gruplar tarafından “utanç verici”, “haince” ve “kendinden nefret eden Yahudi” gibi ithamlarla eleştirildi. Glazer, filminin “İnsan kapasitesinin karanlık köşelerine baktığını” ve bunun bugün için de geçerli olduğunu söylemişti. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Noami Klein de filmin bugünün trajedilerini yansıttığını düşünenlerden: “Filmi izleyen tanıdığım herkesin aklına Gazze’den başka bir şey gelmiyor.”[5]
Dolayısıyla film, içinde Gazze geçmeyen bir Gazze filmi olarak okunabilir. Elbette filmde Gazze’ye gönderme yapan hiçbir öğe yok. Hatta Auschwitz’in kendisini bile anlatmaktan ziyade, onun bitişiğinde, yalnızca bir duvar tarafından ayrılan bambaşka bir yaşamı gözler önüne seriyor. Ancak tam da bu karşıtlık, izleyiciyi, duvarın öte yanında duyulan dehşet ile beri yanında süren sessizlik ve kayıtsızlığın bugünün Gazze’sinde yeniden nasıl hayat bulduğunu düşünmeye zorluyor.
Hikâye, Auschwitz’in en uzun süre görev yapan Nazi komutanı Rudolf Höss’ün, toplama kampının gölgesinde eşi Hedwig ve beş çocuğuyla yaşadığı huzurlu, temiz, cennetvari bir “yaşam alanı”nın etrafında şekilleniyor. Film boyunca gaz odaları, katliamlar gibi hiçbir fiziksel şiddet unsuru göremiyor, ancak yer yer işkence, çığlık, silah ve makine seslerinden oluşan dehşetli bir homurtuyu duyabiliyoruz. Filmin en büyük başarısı da bu: “Masumiyeti” ve “huzuru” simgeleyen aileyi şiddetin yanı başına yerleştirmesi ve şiddeti şiddet içermeyen bir biçimde sunabilmesi. Höss ailesi adeta “cennetten bir parça” olan pırıl pırıl bahçeli müstakil evlerinde çiçeklerle ilgilenir, havuzda yüzerek serinler, gündelik işlerin sıradanlığı içinde yaşamını sürdürür. Ancak filmde şiddet, Höss ailesinin pastoral mutluluğunun derinlerine gömülmüş hâlde.
Filmi güçlü yönlerinden biri de bu çelişkili hâlleri keskin bir yan yanalıkla sunabilmesinde yatıyor. Çocukların neşeli seslerinin yankılandığı evin huzurlu yaşamına yer yer kampın bacalarından yükselen kül ve insan kalıntılarından oluşan dumanların çirkin görüntüsü ya da uzaktan duyulan silah ve çığlık sesleri karışıyor. Bir yanda teknik ve bürokratik yöntemlerle yürütülen bir yok etme süreci, diğer yanda steril bir aile saadetinden oluşan bir Alman “yaşam alanı”. Bu çarpıcı karşıtlık kötülüğün sıradan dehşetini ve kayıtsızlığın soğuk suretlerini izleyicinin yüzüne çarpıyor, onu insanın doğası üzerine düşünmeye davet ediyor.
Sıradanlığın Dehşeti
Film boyunca aile saadetiyle korkunç yok etme makinasının yan yanalığını dehşetle izliyoruz. Nasıl olur da diyoruz, hemen yanı başlarında asrın en korkunç katliamlarından biri yaşanırken bu kadar sıradan ve kayıtsız olabiliyor insanlar? Bu çelişkili hâller, en büyük barbarlıkların çoğu kez günlük hayatın olağan akışı içinde, sessizce ve kayıtsız bakışlar eşliğinde gerçekleştiğini düşündürüyor. Elbette çelişkilerle dolu bu yaşama kayıtsız kalamayanlar da var. Kızını ve torunlarını görmek üzere ziyarete gelen anneanne neler olup bittiğini anlayıp buna dayanamamış, bir sabah kızına haber vermeden bavulunu alıp terk etmişti bu cennet bahçesini. Halbuki anneanne de Reich’e sonuna kadar bağlı sıradan bir Alman’dı. Cennet bahçesinin bir yanılsama olduğunu fark etmiş olsa da Yahudilerin sürgünlüğü hakkında vicdan azabı çekmeyen bir kadındı. Bahçeyi gezerken duvarın ardındaki bacalarından dumanların yükseldiği kampa bakıp kızına şunları söylüyordu: “Belki Esther Silberman oradadır. Hani evini temizlediğim kadın. Perdeleri için sokaktaki mezata katılmıştım ama karşı komşusu kaptı. O perdeleri çok beğenirdim.” Burada Hedwig’in işçi sınıfı bir aileden geldiğini ve bugünkü saadetini Yahudilerden gasp edilen mallara borçlu olduğunu anlıyoruz. Filmin bir yerinde eve içinde kampa yeni gelen........
© Serbestiyet
