Harvard, Trump’a karşı nasıl direniyor?
21 yaşındaki siyah Amerikalı Richard Theodore Greener, 1865’in Ağustos ayında Harvard Üniversitesi’nin kapısından içeri girdiğinde oldukça heyecanlı ve gergindi. Aslında 1636’da kurulan bu prestijli üniversitenin kapısından birçok siyah geçmişti: Beyaz hocaların hizmetçileri, okulun zengin bağışçıların köleleleri veya beyazların siyahlardan üstün olduğunu ispatlamak için yapılan kafa tası ölçümü gibi ırkçı deneylere katılmak zorunda kalan denekler…
Fakat Richard Theodore Greener, Harvard’ın kapısından geçen diğer siyahlardan farklıydı. Greener, 200 yıllık Harvard’ın ilk siyah öğrencisiydi. Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkan Güney ile siyahların özgür olduğu Kuzey eyaletleri arasındaki iç savaşı özgürlük yanlısı Lincoln ve arkadaşları kazanmış, kölelik kaldırılmış ve siyahlar özgürlüklerine kavuşmuştu. Harvard Üniversitesi de her zaman olduğu gibi kurulan bu yeni dünyada yerini ilk alanlardan olmuş, adeta bir sosyal deney gerçekleştirerek ilk siyah öğrencisini okula kabul etmişti. Greener ise Harvard’daki başarısı ve aldığı ödüllerle takdir toplayan bir öğrenci oldu. Mezun olduktan sonra güneyde siyah ve beyazların birlikte eğitim aldığı ilk eyalet üniversitesi olan South Carolina Üniversitesi’nde hukuk okudu, aynı üniversitenin ilk siyah profesörü oldu. Diplomatlıktan dekanlığa birçok görev üstlendi, siyah hakları üzerine önemli metinler kaleme aldı. Greener, çok şanslı bir siyah olmasına rağmen, siyahların beyazlarla iş birliği yapmaması, ayrımcılığın son bulması için siyaset kurumunu bir kurtarıcı olarak görmemesi gerektiğini savundu. “İlk ve tek siyah” olarak bulunduğu prestijli kurumlarda yaşadıkları büyük ihtimalle iyimserliğine gölge düşürmüştü.
Greener pek de haksız sayılmazdı. Profesör olduğu South Carolina Üniversitesi kısa bir sonra kapanmış ve siyahların giremediği, sadece beyazların eğitim aldığı bir üniversiteye dönüşmüş, Greener oy kullanmaya gittiği zaman kafasına silah dayanmıştı. İç savaşın mağlupları silahları bırakmış, fakat siyahlarla “eşit” olmayı kabul etmemişti. Güney eyaletlerinde kölelik yasaktı, fakat Güney eyaletlerindeki beyazlar yerel yasalarla açık bir kast sistemi kurmuştu: Siyahlar sadece “kağıt üzerinde” eşitti. Ayrımcılık her haliyle devam ediyordu: Sadece beyazların binebildiği otobüsler, girebildiği lokantalar, okullar, mahalleler, siyahlara yönelik oy verme kısıtlamaları, beyazlarla siyahlar arasındaki evliliklerin yasaklanması yeni “normaldi”. İşin acısı, “Ayrı ama eşit” denilen bu düzen Yüksek Mahkeme tarafından hukuka uygun bulunmuş, siyahların beyazlarla ayrı okullara gitmesi, bu okulların koşullarının aynı olması durumunda eşitsizlik olarak değerlendirilmemiş, Anayasa’daki eşitlik ilkesine uygun görülmüştü.
60’lı yıllardan itibaren başta Martin Luther King Jr. ve yoldaşlarının bütün dünyaya örnek olan barışçıl eylemleri, birçok liberal ve solcu beyazın siyah hak mücadelesine omuz vermesi işin seyrini değiştirdi. Kennedy ve Johnson gibi ılımlı başkanlar, açılan sayısız dava ve yapılan eylemler sayesinde ırka dayalı ayrımcılıkları yasaklayan birçok yeni yasa kabul edildi, Yüksek Mahkeme içtihadı değişti. “Ayrı ama eşit” uygulaması zamanla tarihe karıştı, siyahlar mahkeme kararlarıyla beyazları okullarına, otobüslerine, parklarına girmeye, beyazlarla evlenmeye başladı, siyahların oy verme hakkını kullanmasının önündeki fiili engeller kaldırıldı.
Kabul edilen en önemli yasaysa suikaste uğrayan Kennedy’den sonra göreve gelen Lyndon B. Johnson’ın 1964’te imzaladığı Civil Rights Act’ti (Medeni Haklar Yasası). Bu yasa ile kamusal alanlardan işe alım süreçlerine uzanan geniş bir yelpazede ırka, ten rengine, dine ve cinsiyete yönelik her türlü ayrımcılık yasaklanmıştı. Yasanın en önemli bölümlerinden biri “6. Başlık”idi: “Amerika Birleşik Devletleri’nde hiç kimse, ırk, renk veya ulusal köken nedeniyle, federal kamu teşviği alan herhangi bir program veya faaliyete katılmaktan alıkonulamaz, bu program veya faaliyetin faydalarından mahrum bırakılamaz veya bu program veya faaliyet kapsamında ayrımcılığa maruz bırakılamaz.”
Bu başlıktaki düzenlemeler vesilesiyle, başta üniversite gibi eğitim kurumları olmak üzere birçok kuruma federal kamu teşviği ile destek veren ABD hükümeti siyahlara yönelik ayrımcı uygulamalara imza atan kurumları cezalandırabiliyor, kamu teşviklerini bu ayrımcı politikalar nedeniyle kesebiliyordu. ABD gibi devletin özel şirketlere, üniversitelere müdahalesinin zor olduğu kapitalist bir ülke için bu “havuç ve sopa” taktiği işe yaramış, birçok üniversite ve eğitim kurumu kamu teşviklerini kaybetmemek adına ayrımcı politikalara son vermişti.
Böylece Richard Theodore Greener gibi “ilk ve tek”lerin açtığı kapıdan binlerce siyah geçmiş, ABD’nin ilk siyah başkanı Barack Obama başta olmak üzere birçok siyah Amerikalı prestijli üniversitelerden mezun olmuş, geçmişte yaşanan bu ırkçı uygulamalar ve yasaklar tarih kitaplarının ve lise derslerinin konu başlıklarına dönüşmüştü.
Uzun yıllar sonra varlığı arşivlerde keşfedilen Greener’in portresi ise üniversitenin siyah ayrımcılığına duyduğu tepki ve ırksal adalete olan inancını pekiştirmek adına kısa bir süre önce Harvard’a asıldı.
Fakat Amerika’da rüzgar bir süredir Greener ve Civil Rights Act’i kaleme alanları mezarında ters döndürecek ölçüde tersten esiyor. İkinci kez başkan seçilen Trump, göreve başlayalı 100 günü durmadan küresel ekonomik kuralları ve alışılmış dünya düzenini yerle bir ettiği gibi elini Amerikan üniversitelerine de attı. Trump, azınlıklara pozitif ayrımcılık uyguladığı , Filistin eylemcilerini hükümete ihbar etmediği, İsraili destekleyen Yahudi öğrencilerin sesini yeterince duymadığı, İsrail karşıtı öğrencilerin başvurularını kabul ettiği için Harvard’ın 2.3 milyar dolarlık kamu teşviğini kesti, vergi muafiyetini kaldırmak ve yabancı öğrenci almasını yasaklamakla tehdit etti.
Ne trajik ki Trump beyaz olmayanların Harvard’a giriş oranını azaltmasına sebep olacak bu tehditleri siyahlara yönelik ayrımcılığı azaltmak amacıyla kabul edilen Civil Rights Act’e dayanarak savurdu. Adeta Harvard’ın fişini çekmek için bütün düğmelere bastı.
Trump’ın Harvard’a karşı başlattığı savaş, pek şaşırtıcı değil. Trumpçılar uzun bir süredir üniversiteleri hedef gösteriyor. Christopher Rufo başta olmak üzere Trump dünyasında etkili kanaat önderlerine göre, Amerika’nın prestijli üniversiteleri “küreselci ve Markist” elitlerin işgali altında. Demokrat Parti’ye yakın hocalar, hem başarılı yabancı öğrencileri ABD’de eğiterek Amerikalıları işlerinden ediyor hem de Amerika’nın en zeki öğrencilerini “solcu masallarla” uyutuyor. Trumpçıları en çok öfkelendiren ise ABD’nin geçmişinden bugününe siyahlara, azınlıklara ve mültecilere karşı uygulanan sistematik ayrımcılıkları tartışan, yapısallaşmış ırkçılık, polis şiddeti gibi konuları önceleyen “critical race theory” (ırksal kritik tartışmalar). Bu nedenle, Texas ve Florida gibi Cumhuriyetçilerin güçlü olduğu eyaletlerde kamu üniversiteleri ve okullarında müfredat değişiyor, hızlı bir şekilde siyah ayrımcılığına ilişkin konu başlıkları siliniyor. Ek olarak, üniversitelerde ırksal çeşitliliği, cinsiyet eşitliğini sağlamak adına uygulanan DEI (Diversity, Equity and Inclusion- Çeşitlilik, Hakkaniyet ve Kapsayıcılık) politikalarına da tepki var. Trumpçılar bu politikalar nedeniyle LGBT, kadın, azınlık hakları gibi kimliksel sorunların ülkenin esas sorunlarının üzerini örttüğünü, suni bir gündem yaratıldığını düşünüyor. Yüksek öğrenim üzerine döndürülen bu tartışmalara en........
© Serbestiyet
