menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türk Musevi Cemaati yeni Hahambaşısını belirliyor

18 1
14.09.2025

14 Ocak 2025’te Rav İsak Haleva’nın ölümünün ardından Hahambaşılık makamına tedviren atanan Rav David Sevi, göreve gelişinden itibaren yalnızca cemaatinin değil, kamuoyunun farklı kesimlerinin de teveccühünü kazanmıştır. Onun kısa sürede bu denli geniş bir güven ve destek sağlaması, Sevi’nin yalnızca bir dinî otorite değil, aynı zamanda kamuoyu nezdinde güven telkin eden bir temsilci olduğunu göstermektedir.

Mevcut adaylar arasında Rav Sevi’nin öne çıkması ve Bet-Din üyesi diğer hahamların ortak teklifiyle resmen aday gösterilmesi, 28–29 Eylül 2025’te yapılacak seçimi büyük ölçüde simgesel bir oylamaya dönüştürmüş gözükmektedir. Ortaya çıkan tabloda, Rav Sevi’nin Cumhuriyet döneminin 4., Osmanlı’dan günümüze ise 34. hahambaşı olarak Türk Musevi Cemaati’nin yeni ruhani lideri sıfatıyla göreve başlayacağının artık kesinleştiğini söylemek mümkündür.

İlk dönemlerde “İbrânî” olarak adlandırılan eski İsrail toplumu, tarihlerinin en erken çağlarında “Atalar” (Avot) olarak bilinen Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup’un önderliğinde hayat sürmüşlerdir. Ailevî liderliğin yanı sıra peygamberlik misyonunu da üstlenen bu şahsiyetler, toplumlarına hem dinî hem de toplumsal alanda yön vermişlerdir.

Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’un Mısır’da üstlendiği yüksek devlet görevi, bu tarihî sürecin seyrini değiştirmiştir. M.Ö. 18. yüzyılda Kenʿan’da yaşanan büyük kıtlık sırasında Yakup ve ailesi, Yusuf’un himayesiyle Mısır’a göç etmiştir. Nil Deltası’ndaki verimli Goşen bölgesine – İslâm kaynaklarında ʿAynüşşems olarak anılan yere – yerleştirilen İsrailoğulları, başlangıçta görece rahat bir hayat sürmekteyken, nüfuslarının artmasıyla birlikte yeni Firavunların gözünde tehdit unsuru haline gelmişlerdir. Bunun sonucunda ağır işçilik ve zorla çalıştırılmalara tâbi tutulmuşlardır.

İsrailoğulları’nın bu kölelik süreci, M.Ö. 13. yüzyılda Musa Peygamber’in önderliğinde yaşanan meşhur “Çıkış” (Exodus) ile sona ermiştir. Sina Dağı’nda verilen Tevrat merkezli hukukî ve dinî düzenlemelerle Musa, kırk yıllık çöl yolculuğu boyunca İsrailoğulları’na yeni bir kimlik inşa etmeye çalışmıştır. Yahudi tarihinde bu yolculuk hem fiziksel kurtuluşu hem de kolektif bir kimliğin doğuşunu simgelemektedir.

M.Ö. 13.–12. yüzyıllarda Musa’nın halefi Yûşaʿ (Yeşuʿ/Yehoşuaʿ), Kenʿan topraklarını fethederek İsrail kabileleri arasında taksim etmiştir. Ancak onun vefatından sonra İsrailoğulları yaklaşık üç asır boyunca merkezî bir otoriteden yoksun, esnek bir federasyon düzeninde, “Hâkimler” (Şoftim) adı verilen karizmatik liderlerin rehberliğinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu dönemde sürekli dış baskılar ve iç karışıklıklar altında kalan halk, M.Ö. 11. yüzyılda peygamber Samuel’e başvurarak kendilerine bir kral tayin etmesini istemiştir.

Bu taleple birlikte İsrail tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. İslam kaynaklarında “Tâlût” olarak bilinen Şaul, İsrailoğulları’nın ilk kralı olmuştur. Ancak krallık kurumu asıl gücüne Hz. Davud döneminde (M.Ö. 1000–961) kavuşmuştur. Kudüs’ü başkent ilan eden Davud, dağınık kabileleri tek bir siyasî çatı altında toplayarak güçlü bir krallığın temellerini atmıştır. Onun kırk yıllık hükümdarlığının ardından tahta geçen oğlu Hz. Süleyman (M.Ö. 961–922), devleti en parlak dönemine taşımıştır. Süleyman devrinde İsrail Krallığı yalnızca siyasî ve ekonomik açıdan güçlenmekle kalmamış, aynı zamanda Kudüs’te görkemli Birinci Mabed’i (Bet ha-Mikdaş) inşa ederek dinî hayatı da merkezileştirmiştir.

Hz. Süleyman’ın vefatının ardından krallık ikiye bölünerek kuzeyde İsrail, güneyde ise Yehuda Krallığı ortaya çıkmıştır. Ancak bu siyasî parçalanma, her iki krallığın da tarih sahnesinde uzun süre varlığını koruyamamasına zemin hazırlamıştır. Nitekim M.Ö. 722’de Asur İmparatorluğu İsrail Krallığı’nı yıkarak halkını sürgüne göndermiştir. Ardından, M.Ö. 586’da Babil hükümdarı Nevuhadnetzar – İslam kaynaklarında “Buhtunnasr” olarak bilinir – Yehuda’yı işgal etmiş; Kudüs’ü tahrip ederek Yahudileri Babil’e sürgün etmiştir.

Bu gelişmeler yalnızca iki krallığın siyasî varlığının sona ermesiyle sınırlı kalmamış; aynı zamanda Yahudi tarihinin en belirleyici dönemlerinden biri olan diaspora sürecini başlatmıştır. Sürgün tecrübesi zamanla Yahudi teolojisinin merkezî meselelerinden biri haline gelmiş; kutsal metinleri, dua geleneğini ve Yahudi kimliğinin inşa sürecini derinden şekillendiren bir felsefî düşünceye dönüşmüştür.

Sürgünler döneminde Yahudiler çok farklı milletlerin hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Asur İmparatorluğu’nun (M.Ö. 911–609) uyguladığı zorunlu göçlerle başlayan bu süreç, Yeni Babil İmparatorluğu’nun (M.Ö. 626–539) Kudüs’ü yıkıp halkı sürgüne göndermesiyle derinleşmiştir. Ardından Yahudiler, Pers Ahameniş hâkimiyetinde (M.Ö. 539–332) görece özgür bir ortamda yaşarken, Helenistik dönemde Büyük İskender’in Makedonya Krallığı (M.Ö. 332–301) ve onu izleyen Selevki (M.Ö. 301–63) ile Ptolemaios hanedanlarının (M.Ö. 301–30) etkisi altında farklı kültürel havzalarla temas kurmuşlardır. Kimi zaman rahat koşullar altında, kimi zaman ise görece baskı ve zulüm altında yaşayan Yahudiler, bu sürgün süreçlerinde farklı siyasal ve kültürel ortamlara uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Söz konusu tecrübeler, Yahudi kimliğini yalnızca siyasî ve dinî boyutlarda değil, aynı zamanda ilmî ve sosyo-kültürel düzeyde de dönüştürerek diaspora olgusunu kalıcı bir tarihî gerçeklik haline getirmiştir.

Roma egemenliği (M.Ö. 63-M.S. 395) ve devamında Bizans yönetimi (395-637) ise Yahudilerin siyasî ve dinî açıdan giderek daha kısıtlı koşullarda varlık göstermelerine yol açmıştır. İslam’ın ortaya çıkışıyla birlikte Yahudi toplulukları, Emevî (661-750) ve Abbâsî (750-1258) halifelikleri ile Fâtımîler (909-1171) döneminde geniş İslam coğrafyasına yayılmışlar; Memlûk (1250-1517) idaresi altında da Doğu Akdeniz’de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu (1299-1923), özellikle 1492 İspanya sürgününden sonra gelen Sefarad Yahudilerine kucak açarak Yahudi diasporasının en önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir.

Böylece Yahudiler, Asur’dan başlayarak Osmanlı dönemine kadar uzanan iki bin yıldan fazla bir süreyle, farklı imparatorlukların egemenliği altında diaspora toplulukları olarak hayatlarını devam ettirmişlerdir.

İslâmî dönemde Yahudi cemaatlerinin yönetimi

İslâm dünyasında Yahudi cemaatleri, Doğu’da “reʾsülcâlût” (reş galuta), Batı’da ise “nasi”........

© Serbestiyet