Feyruz: Bir Sesin Vicdana Dönüşen Hikâyesi
Bazı sesler vardır; bir halkın yitirdiklerinden çok, hâlâ direnebildiği şeylere işaret eder. Feyruz’un sesi de işte o seslerdendir. Ne bir marşın gürültüsüyle duyuruldu ne de bir bildirinin keskin diliyle konuştu; ama her şarkısıyla Filistin’in işgaline, Lübnan’ın bölünmesine ve Arap halklarının onurunu zedeleyen zillete sessizce karşı koydu. Sessiz bir ağıt, duru bir dirençti onunki.
Şarkı söyleyen bir kadın nasıl bu kadar güçlü olabilir? Belki de cevabı burada gizliydi: O bir “Devlet” kurmadı ama halkların birbirine sarılabildiği yegâne temsildi. Bağırmadı ama herkes onu duydu. Çünkü sesinden önce, duruşu vardı. Bazen yalnızca susarak, bazen hiçbir tarafa angaje olmadan bütün taraflara ayna tutarak… Feyruz, sadece bir sanatçı değil; kolektif bir vicdanın, bir halk onurunun ve Arap entelijansiyasının en kırılgan ama en sarsılmaz direniş biçimiydi.
Temsil, yalnızca siyasetin değil, sanatın da en kırılgan meselesidir. Hele ki temsil edilen halk bastırılmış, parçalanmış, sürülmüşse… O halk için konuşmak da susmak da politiktir artık. Feyruz, işte bu zorlu eşiğin üzerinde yürüdü. Ne muktedirin sesi oldu ne de muhalifin sloganına sığındı. Onun sesi devletsizlerin sesi, suskunluğu ise kuşatılmış bir coğrafyanın en yüksek çığlığıydı. Bir halkın kaderini anlatmak için belki de en doğru kelimeyi hiç söylemeyen bir kadındı. Ama onu herkes anladı.
1935 yılında Lübnan’ın Cebel-i Lübnan bölgesinde, Fransız Mandası altındaki Beyrut’un Zuqaq al-Blat mahallesinde, yoksul ama onurlu bir evde dünyaya geldi. Doğduğunda adı Nouhad Haddad’dı. Babası Mardin kökenli bir Süryani Katolik olan Vadi Haddad, annesi ise Lübnanlı bir Maruni Hristiyan olan Liza Albustani’ydi. Aile, avlulu bir evin tek odasında yaşıyordu.
Dünya ise o yıl bambaşka bir karmaşanın içindeydi: Avrupa’da faşizm yükseliyor, Mussolini Habeşistan’ı işgal ediyor, Hitler Almanya’sı silahlanıyor; Arap coğrafyası ise çöken Osmanlı’nın ardından Batılı mandaların çizdiği yapay sınırlarla bölünüyor, din ve mezhepler üzerinden parçalanıyordu.
Lübnan, tarihten çok konvansiyonel pazarlıklarla şekillenen bir mozaikti. Kimlikler bir inançtan ziyade siyasal pozisyonlara indirgenmişti. Maruniler, Dürzîler, Sünnîler, Şîîler, Ortodokslar… Her biri kendi alanına çekilmiş, ortak bir gelecek tasavvuru yerini parçalı varoluşlara bırakmıştı. Feyruz’un çocukluğu, bu bölünmüşlüğün mikrokozmosu sayılabilecek bir mahallede geçti.
Çocukken içine kapanıktı, sessizdi. Ancak yaz tatillerinde gittiği dağ köyünde büyükannesine yardım ederken, su taşırken mırıldandığı şarkılar onun içindeki sesi dışarıya taşırdı. Henüz okul çağındayken söylediği bir ilahiyle dikkat çekti. Bu sadece sesin güzelliğiyle açıklanamazdı; onda aidiyetin ötesine geçen, sınırlara sığmayan bir tını vardı. Onu ilk keşfeden müzik öğretmeni Muhammed Flayfel, bu genç kıza sesi kadar sessizliğinin de güçlü olduğunu fark etti ve onu konservatuvara yönlendirdi. Sesini koruması, taşıması ve büyütmesi için ona özel tavsiyelerde bulundu.
Kısa sürede Beyrut Radyosu’nun efsanevi müzik direktörü Halim El-Rumi’nin dikkatini çekti. El-Rumi, onu radyo korosuna aldı ve ona sahne adı olarak “Feyruz” (Turkuaz) ismini verdi. Bu isim, onun sesinin berraklığına ve ruhundaki sakin ihtişama işaret ediyordu.
Genç yaşta Beyrut Radyosu’nda solistlik yapmaya başladı ve burada Rahbani kardeşlerle tanıştı. Bu yalnızca bir müzikal birliktelik değil, aynı zamanda entelektüel ve ideolojik bir ortaklıktı. Rahbaniler Batı taklitçisi bir çizgide değil, Doğu’nun kendi sesini, kendi dilini yeniden kurma çabasında olan Arap aydınlarının safındaydılar. Feyruz, bu sesin sadece yorumcusu değil, taşıyıcısı ve dönüştürücüsü olacaktı.
Feyruz’un sesi ilk kez duyulduğunda, Arap coğrafyası çoktan parçalanmıştı. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla Filistinliler topraklarından sürülmüş, 1950’lerde Cemal Abdunnasır’ın öncülüğünde Pan-Arap idealler yükselmiş, ancak 1967’deki Altı Gün Savaşı bu ideallere büyük darbe vurmuştu. Lübnan ise Doğu ile Batı arasında sıkışmış, mezhebi ayrışmalarla bölünmüş bir minyatür devlete dönüşmüş; görünürde sakin ama içten içe bir patlamaya yaklaşan bir toplumdu. Ancak bu ses kısa sürede Lübnan’ın mezhep duvarlarını, sınırlarını, hatta kıtalarını aştı. Çünkü Feyruz’un sesi, herhangi bir dini, mezhebi, ideolojiyi yücelten değil; tüm bunların ötesinde bir yerden, insanın derinliklerinden konuşan bir sesti. Tam da bu yüzden, kimse onu tam olarak sahiplenemedi ama herkes onda kendinden bir şey buldu.
Feyruz, 1950’lerin başından itibaren Lübnan Radyosu’nda koristlik yaparak müzik kariyerine adım attı. Kısa süre içinde radyoda tanıştığı besteci Assi Rahbani ve kardeşi Mansour Rahbani ile yaratıcı bir iş birliği başladı. Rahbani kardeşlerin Feyruz için bestelediği üçüncü şarkı “Itab”, 1952’de yayımlanır yayımlanmaz büyük sükse yaptı ve Feyruz’u tüm Arap dünyasında tanınan bir yıldız haline getirdi. 1955’te Feyruz ve Assi Rahbani evlendi; Feyruz bu evlilikle eşinin inancını benimseyerek Rum Ortodoks mezhebine geçti. Çiftin ilerleyen yıllarda dört çocuğu oldu: Müzisyen Ziyad (1956-2025), kızı Layal (1960-1988), oğlu Hali (1958, çocukken menenjit geçirdiği için engelli kaldı) ve kızı Rima (1965).
1957’de Lübnan Cumhurbaşkanı Camille Chamoun himayesinde düzenlenen Baalbek Uluslararası Festivali’nde Feyruz ilk büyük konserini verdi. Sahnede sergilediği bu performansın ardından “Cavalier” Sanat Ödülü’ne layık görüldü ve artık ülkenin kültürel vitrininde parlayan bir yıldızdı.
1960’larda Rahbani kardeşlerle birlikte sayısız operet, müzikal ve film projesine imza atan Feyruz, Lübnan müziğine yenilikçi bir soluk getirdi. O dönemde Arap dünyasında hâkim olan uzun soluklu Mısır tarzı şarkılara karşılık, Feyruz ve Rahbani’ler Lübnan lehçesinde, folklorik ögeler ile batı melodilerini harmanlayan daha kısa ve modern parçalar ürettiler. Bu yaklaşım, modern Lübnan kimliğinin müzik yoluyla inşasında önemli bir rol oynadı ve Feyruz’u “Lübnan şarkıcılığının First Lady’si” konumuna yükseltti.
Feyruz’un sesi yalnızca aşk ve doğa temalarını değil, aynı zamanda toplumsal ve vatansever duyguları da dile getirdi. Kariyeri boyunca ergenlik sevdasından ülke sevgisine, hatta Noel ilahilerine kadar geniş yelpazede konuları müziğine taşıdı. 1957’de Rahbani’lerle birlikte çıkardığı “Rajjour” (Döneceğiz) albümünü Filistinli mültecilere ithaf etti. 1967’deki Altı Gün Savaşı sonrasında kaydettiği “Zahrat al-Mada’in” (Şehirlerin Çiçeği) ve 1972’de seslendirdiği “Al Quds fi al Bal” (Kudüs Kalbimde) gibi eserlerle Filistin davasına duyarlılığını ortaya koydu; bu şarkılar derin bir yara alan Arap........
© Serbestiyet
