Ulus devlet yaygaracılığı: Çözüm süreci ve millet sistemi paronayası
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde Barış ve Demokratik Toplum başlıklı çağrısının ardından nihayet PKK, 11 Temmuz günü silahları bıraktı. Hatta silahlar bırakılmakla kalmayıp, bir törenle yakıldılar.
İki gün sonra, 13 Temmuz günü ise Cumhurbaşkanı Erdoğan süreci değerlendiren açıklamalarda bulundu. Konuşmasının en dikkat çeken ve iç siyasette yeni-Osmanlıcılık ve ümmetçilik olarak yankı bulan kısmı, Türk-Kürt-Arap ittifakına ilişkin söyledikleriydi:
“Malazgirt Zaferi, Kudüs’ün Fethi, İstanbul’un Fethi, Çanakkale savunması, İstiklal Savaşı, Türk, Kürt, Arap ve daha nice Müslüman halkın ortak savaşları, zaferleridir. Binbir Gece Masalları’nın Bağdat’ını Türk, Kürt ve Arap inşa etmiştir. Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’nin komutasında Türk, Kürt, Arap fethetmiştir. Şam bizim ortak şehrimizdir. Diyarbakır bizim ortak şehrimizdir. Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep, Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir.”
Türk-Kürt-Arap birlikteliği ile ilgili olarak ortaya konulan bu çıkışın jeopolitik nedenlerini ve İslam Coğrafyasının liderliğine soyunan neo-emperyal bir Erdoğan olup olmadığına ilişkin tartışmaları hızlıca geçelim.
Zira bu neo-emperyal ümmetçi çerçevenin gerek İran gerek İsrail gerek de ABD faktöründen ötürü zaten siyasal olarak uygulamaya geçemeyeceği ortada.
Konuya girmeden önce, şunu vurgulamakta fayda var. Bu yazıda amacım, Erdoğan’ın açıklamalarının tahlilini yapmak ve bu açıklamaları savunmak değil. Neo-emperyal bir vizyonun Türkiye’ye demokratik açıdan fayda sağlamayacağını belirtmeme gerek bile yok.
İlgilendiğim asıl konu, bu açıklamaların ardından ulus-devletin tasfiye olacağını düşünen milliyetçi hezeyan. Çünkü Türkün yanında Kürt ve Arap kimliğinin olağanlaşmasını abes karşılayan ve bunu bir tür millet sistemine geri dönüş olarak okuyan bir kalabalıkla karşı karşıyayız.
İşin ilginç tarafı, Batı’da eğitim görmüş ve Türkiye’deki kalbur üstü üniversitelerde lisansüstü düzeyde araştırmacı olan birtakım siyaset bilimciler de bu hezeyan korosunun bir parçası.
Ülke nüfusunu oluşturan en büyük ikinci etno-kültürel ve kurucu unsur olan Kürt kimliğini reddeden resmi anlatıyı karşısına almak şöyle dursun, Kürt kimliğinin Türk kimliği yanında normalleşmesini bile şüpheyle karşılayan bir siyaset bilimci ordusu var.
Henüz Kürt kimliğinin Türk kimliği gibi olağanlaştırıldığı ve eşit yurttaşlık temelinde tanındığı bir hukuki ya da sivil sürece bile girilmemişken (ortada ne anayasal reform var, ne de devlet katından verilmiş somut bir sinyal), buna rağmen en ufak bir açıklamadan “ulus-devlet elden gidiyor” krizine giren zihin yapısını anlamak imkânsız değil; ama ciddiye almak da artık mümkün değil.
Görünen o ki Türkiye’de “ulus” ve “ulus-devlet” yalnızca teorik olarak yanlış anlaşılan kavramlar değil; aynı zamanda ilkel içgüdülerle kutsanmış ve akıl dışı sadakat törenleriyle muhafaza edilen ideolojik fetiş nesnelerine dönüşmüş durumda. Soruyu o hâlde açıkça sormakta fayda var: Eğer bir gün gerçekten Kürtlere kültürel haklar tanınır ve de eşit yurttaşlık temelinde anayasal reformlar yapılırsa, bu bizi bir millet sistemine mi götürür?
Çokkültürlü ulus-devlet: Ne ihanet, ne dağılma, ne de oksimoron, sadece geç kalınmış bir normal
Geleneksel anlamıyla bir ulusun parçası olmak, etnik-kültürel açıdan homojen bir bloğun parçası olmak anlamına gelmektedir. Ancak bu yaklaşım, ulus kategorisinin oldukça arkaik bir biçimde ele alındığı ve bugün gelinen noktada da birçok ülkenin reddettiği bir yaklaşımdır. Evvela, bir ulus-devletin mensubu olmak, “ulusun” bütünüyle etnik yahut kültürel bir kategori olduğunu........
© Serbestiyet
