menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ulu Önder Franco ve Amedspor

9 0
16.11.2025

Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.

taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.

parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,

taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın

odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.

yok oldu bir sabah!

yok oldu çizmesi meydanlardan,

gölgesi ağaçlarımızın üstünden,

çorbamızdan bıyığı,

odalarımızdan gözleri,

ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın, tuncun, alçının ve kâadın.”

Nazım Hikmet

Etyen Mahçupyan’ın Kemalizm eleştirilerine gelen, ülke tastamam bir diktatörlüğün pençesine düşmüşken hâlâ derdiniz cumhuriyet mi, Atatürk kadar başınıza taş düşsün temennileri serzenişleri bana Nazım Hikmet’in Stalin’in ardından yazdığı bu şiiri hatırlattı. Yine bir 10 Kasım gününde, muhbir vatandaşın tekinin kendi duruşunu bozmasında bir çelişki bulmayarak iki işçiyi videoya alması, o işçilerin ters kelepçeyle derdest edilmesi, Amedspor’un eline zorla tutuşturulan ulu önderli pankart ve memleketten daha birçok Kuzey Kore manzaraları, belki bıyıkları değil ama kaşları hâlâ bütün sulu yemeklerimizin içinde dedirtti.

Türkiye zor memleket; ne sabahın beşinde evinizin dibindeki müezzinin korkunç hoparlörlü ezanından rahatsız olmaya hakkınız vardır ne de bir 10 Kasım gününde dokuzu beş geçe yürüyüp işinize gücünüze gitmeye. Sokaktaki muhafazakârlık devletleşirken devletteki Kemalizm sokağa indi; çok şeyler değişti, Kemalizm’in borusu artık kuvvetli ötmüyor, sabıkalı laiklik kelimesinin yerini artık cumhuriyet alıyor. Kemalistler “kahrolsun müstebit AKP rejimi” diyemedikleri için “yaşasın cumhuriyet” diyor, Erdoğan’a sövemedikleri için Atatürk’ü övüyor ve bu acziyet biraz da insanın içini burkuyor. Yolun ortasına dikilip sabahın köründe hüngür hüngür ağlayan birine “neyin var hemşerim” diye hâl sormak şüphesiz insanlık vazifemiz ama bu ağlayan adam sahiden demokrasi ve laikliğin tesisini mi ister yoksa kendi hayat tarzının ordu ve yargı eliyle bir sopaya dönüştürüldüğü günlerin nostaljisini mi çeker, büsbütün emin olmamız gerekir. Çünkü bu ağır duygusallığın, bu militarist ritüellerin, Jean-Jacques Rousseau mertebesinde cumhuriyetçi değerlerimiz lakırdılarının tamamı “ah, o iktidar sopası benim elimde olacaktı” hırsını örtmekten ibaret olabilir ki böyle ise bile Kemalist güruhu eleştirirken asla bunu İslamcılarla bir olup yapmamak lazım gelir.

Sanıyorum, Atatürk’ü İslamcı bir muhafazakârın katiyen eleştirmeye hakkı olamaz; hatta haksızlığa uğramışsa bile kanımca sesini kısıp cezasına razı olmalıdır ve burada kesinlikle ironi yoktur. Kastım aşağı yukarı şu: Ne “bu âlem ki Muhammed Mustafa’nın yüzü suyu hürmetine yaratıldı” diyenin evreninde ne de “Ey Mustafa Kemal olmasaydın olmazdık” diyenlerin hayalindeki steril ülkede bize bir yer bulunabilir. “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” cümlesine yahut “Bu ülkeyi Atatürk kurdu, ya sev ya terk et” cümlesine muhatap biri için gidip bir ağacın tepesinde maymun gibi yaşamaktan başka çare yoktur. Yani devletin jakoben metotlarla amorf bir laiklik dayatması da toplumdan gelen dini temelli kültürün baskısı da sahiden hür yaşamak isteyen birey için aynı derecede fenadır; çünkü her ikisi de aynı ve tek olan hayat üzerinde tahakküm kurmak ister. Her iki dinin de kökenini merak edip karıştırmaya kalkarsanız Kouachi kardeşlerin AK-47’sinden bir yağlı mermi yahut 5816’dan kodes riskiyle yüzleşirsiniz. Türkiye’deki İslamcıların Mustafa Kemal meselesi o kadar ciddi bir mesele değildir; hatta kaymağı bol bir tatlıdır, biraz da can sıkıntısıdır. Bugünlerde iktidarın gücünü arkasına alıp “Atatürk’e zinhar mevlid okuyamayız, Allah’a rakıdan gelen vergileri afiyetle yediğimizin hesabını veririz de 10 Kasım mevlidinin hesabını asla veremeyiz” diyen imamların, “benim atam Sultan Fatih’tir” diyen müftülerin önüne Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde imamlık diye iki seçenek koysak ve Osmanlı’daki şartlardan haberdar etsek topunun, Diyanet Reisi dahil, isteyeceği düzen Atatürk’ünki olur. Zira Osmanlı, imam olanların günde beş vakit camide namaz kılmalarında bir alınteri görememiş şeyhülislam efendinin de tasdikiyle imamlığın bir meslek olamayacağına hüküm vermiş, imamların harçlıkları için cami vakfiyelerini adres göstermişti. Kırsaldakilerin durumu daha fenaydı köylüden gelen zekât ve fitreye ek olarak çobanlık ve çiftçilikle ömür geçirmek zorunda olan imamlar namaz vakti ahırdan tarladan camiye koştururdu. Devletin dinle ekonomik ilişkisi için hakiki laik bir model vardı, en azından Abdülhamit devrine kadar her şey tıpkı Avrupa’daki kiliselerin finansmanı gibiydi. Hülasa, cumhuriyet devrinde didişir gibi görünüp asla hakiki bir kavgaya tutuşmamış bu iki kesim sahiden hürriyet talebi olanların başını ezmek için de birbirini kollamaktan asla geri durmamışlardır. Mesela çoluk çocuğun başörtüsüne kafayı takmış derin devletin ete kemiğe bürünmüş timsali Teoman Koman Paşa, kendisine Diyarbakır’da kezzap timleri kuran, insanların başına çiviler çakan, sırf avlularına uçan güvercini sormaya geldi diye iki çocuğu bile alıp boğup yaşadıkları evin altına gömen ve o evin altında diğer 15 cesetle yaşayabilen bir melanet için: “Hizbullah yoktur; kendini PKK’ya karşı savunan imanı kuvvetli vatandaşlarımız vardır” diyebiliyordu. Yani adına Türkiye denen bu tutarsızlık, çelişkiler diyarında o zamanlar başını örttüğü için katledilen bir kadın yoktu ama etek boyundan ötürü satırlanan, saçı açık diye kezzaplanan liseli kızların haddi hesabı yoktu; hem de anti-türban generallerin desteğiyle yoktu. Okullarıyla, ordusuyla, medyasıyla ülkenin batısına çakma bir laiklik empoze eden Kemalist düzen, ülkenin doğusunda ise din kardeşliği mayasına Hizbullah, Fethullah ne bulursa katıyordu (liselerde kezzaplanan satırlanıp katledilen kız çocukları meselesi şehir efsanesi değil; onlarcası mahkeme kayıtlarına geçmiş, Türkiye tarihinin en vahim hadiselerinden biridir). Neyse ki bu zihniyetin radikal İslamla koyun koyuna bütün çabaları boşa gitti; nihayetinde bugün Diyarbakır, Konya’dan, Erzurum’dan çok daha yaşanabilir, modern, seküler bir şehir oldu. İşte bu yüzdendir ki Mustafa Kemal, laiklik, din tartışması bugünlerde birkaç Kemalisti hoplatmak için offensif mizaha konu edilmekten fazla ederi olamaz, olmamalıdır.

1881’de Zübeyde Hanım bir Atatürk doğurdu, 10 Kasım 1938’de saat 9’u beş geçe Atatürkçüler başka bir Atatürk’ü doğurdular ve her şeyi dondurdular. O geldi, yaptı dedi ve gitti dediler. Ve eklediler: Bazı sandıkların anahtarı sadece ondaydı, anahtarı da yuttu ve öldü; üstüne bir de o zamanlar açlıktan kırılan bir Anadolu’dan toplanan vergilerle 25 bin ton mermer, taş, çimento ne bulursak döktük, kaldırabilene aşk olsun. Artık diktatörsüz bir diktatörlük vardı ve müzakere edebileceğiniz, bir şeyleri değiştirebileceğiniz bir diktatör bile yoktu. Bir diktatörün yönettiği bir ülkeden daha kötüsü sanırım müzakere edebileceğiniz bir diktatörün bile olmadığı diktatörsüz bir diktatörlüktür. Bu kilitli sandıklarda Dersim’de, Zilan’da yargısız can veren binlerce masumun kemikleri vardı, İstiklal Mahkemelerinin urganları vardı ve en kötüsü de 1984’ün 15 Ağustos gecesine ertelenen bir iç savaşın sebepleri vardı, yani asıl konuşmaya değer mevzular.

Teoman Koman.

Polis şefi Gaffar Okan Diyarbakır’a atandığında o vakitler şehir için tam aranan kandı. Milliyetçiliğe de İslamcılığa da aynı derecede uzaktı; bazı ülkücüler hâlâ onu 80’lerde işkence yapmakla suçlasa da katledildiği için bu iddialarında çok uzun ısrarcı olmadılar. İnsanların akşam........

© Serbestiyet