Üçüncü demokrasi şafağını sonlandıran 29 Ekim ve cumhura karşı Cumhuriyet
Cumhuriyet’in 102. yılı… Her yıl olduğu gibi meydanlarda bayraklar, manşetlerde hamaset, ekranlarda marşlar ve nutuklarla geçti…
Fakat aynı soruyu her yıl yeniden sormak zorundayız: Cumhuriyet gerçekten kimin Cumhuriyeti’ydi?
Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında Yıldıray Oğur’un şu tespiti zihnimde çınlıyor:
“Kuruluşundan bugüne devletin tehdit olarak gördüğü iki ana kesim vardı: Şeriat (İslamcılık) ve Kürtler. Bugün bu iki geleneğe dayanan iki parti, mecliste birinci ve üçüncü büyük partiler ve Cumhuriyet’i dönüştürme iddiasındalar.”
Bu ironik durum tesadüf değil. Çünkü önce 1940’lardan bugüne bu iki kesim (Sünni Müslümanlar ve Kürtler) devletin tekçi, dayatmacı ve asimilasyoncu politikalarına tepkilerini her fırsatta göstermiştir.
Cumhuriyet’in doğum anına döndüğümüzde, kurucu iradenin en esaslı refleksinin cumhurdan korku olduğunu görürüz. Cumhuriyet, adını aldığı cumhurun değil; cumhuru terbiye etmek gerektiğine inanan devlet aklının eseridir.
Bu yazı, 29 Ekim 1923’ü bir “başlangıç” değil, üçüncü demokrasi şafağını geceye çeviren bitirici bir hamle olarak ele alıyor.
Cumhursuz bir kuruluşun kısa tarihi
Kasım 1922’den Ekim 1923’e uzanan on bir ay, soykırım, katliamlar ve sürgünlerden sonra Gayrimüslimlerden büyük oranda ‘arındırılmış’ Anadolu’da inşa edilen Ankara merkezli görece çoğulcu TBMM Devletinin halen nefes alabildiği dönemdi. 1876’da I. Meşrutiyet’le ve 1908’de II. Meşrutiyet’le başlayan demokrasi şafakları gibi, 1919–23 arası dönem de ademimerkezi inisiyatiflerin öne çıktığı bir demokrasi şafağı vaat etti: Halkın kısmen özneleştiği, meclis fikrinin öncekilere daha çok toplumsal karşılık bulduğu, yerelin sesinin merkeze sızdığı bir aralık…
Ne var ki (Kısa süre önce yayınlanan Geceye Evrilen Demokrasi Şafakları kitabımda detaylı anlattığım üzere) birincisinin 1878’de ve ikincisinin nihai olarak 1913’te yaşadığı akıbete benzer şekilde, üçüncü demokrasi şafağı da iktidar içi tasfiye dinamiklerine takıldı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı, bir kuruluştan çok, kısmi de olsa çoğulcu imkânın sona ermesi anlamına geldi. Halk o güne özne olarak değil, nesne olarak çağrıldı. Cumhuriyet “cumhursuz” doğdu ve cumhura rağmen, hatta cumhura karşı büyüdü.
Cumhuriyet rejimi, toplumu “düzeltmeyi” ya da “doğru” hale getirmeyi temel görevi bildi.
Cumhuriyet’in ilanından sadece dört ay sonra 3 Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, iddia edilen laikliğin gereği olarak tarafsız değil; Müslümanlara doğru Müslümanlığı, Sünnilere de “doğru Sünniliği” öğretmekle görevli bir iç misyoner kurumu gibi davrandı, çünkü bu amaçla kurulmuştu. Protestan misyonerlerin Osmanlı Hristiyanlarını “doğru Hristiyanlaştırma” gayretinin yerli ve İslami versiyonu söz konusuydu son tahlilde.
Devletin din politikasında hedef yalnızca “sapkın” veya “mürtet” olarak görülen Alevi-Kızılbaşlar değildi. Modern(ist) elitler tarafından küçümsenen, esasen yüzyılların tecrübesiyle yoğrulmuş geleneksel Sünnilik (Halk İslam’ı) “ıslah edilmesi gereken” en büyük alan sayıldı. Zorunlu eğitim, din dersleri ve merkezden atanan din kadrolarıyla, dinin toplumsal çoğulluğu yerine tek tip devlet Sünniliği sadece (Aleviler başta olmak) Sünni olmayan Müslümanlara değil, geleneksel Sünni inancına sahip olanlara da dayatıldı.
Sözde “laik” devletin amacı (İslamcıların sıkça iddia ettiği gibi) “dini geriletmek” değildi, tam tersine dini merkezileştirip standardize etmekti. Kendisine ait kalıba sokarak tektipleştirmekti. Böylece inanç, siyasetin bir aracı ve rejimin ideolojik harcı haline geldi.
Bu politikalara verilen İslami/İslamcı tepkilerin 1946 sonrası yarattığı ve 1950’de doruğa çıkan kitlesel dalga ve asıl 1960’larda bu derin dalgaya dayanarak ortaya çıkan Millî Görüş Hareketi, bir süredir iktidarda olmanın avantajlarıyla ne yapacağını bilmeyen tavrıyla birlikte ayrı bir tartışmanın konusudur.
Etnik düzlemde aynı mühendislik dili daha sert bir şekilde yürüdü. Etnisite-merkezli ulusçuluğun şahlandığı bir dönemde Cumhuriyet, yalnızca “gayri-Türkleri” dışlamak, yok etmek veya mümkünse asimile etmekle yetinmedi. Türkleri de “doğru” Türkleştirme anlayışıyla........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon