menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Nilüfer Göle ve öngörüler

22 1
23.03.2025

Nilüfer Göle, 90’ların yaygın tartışma ortamında “Siyasal İslam” ve “Kültürel İslam” ayrımı yapıp İslami hareketleri iki ayrı kategoride ele alıyordu. Her iki hareket versiyonuyla ilgili öngörüleri vardı ama arada pek kaale almadığı gibi görünen bir ara İslam vardı. Eğer batılı İslamologlardan ödünç aldığımız “siyasal” ve “kültürel” kavramsallaştırmayı referans alacak olursak, aradakine “Sosyal İslam” demek mümkündü, batılı İslamologların literatüründe bu yer almıyordu. Sosyal İslam ister tarihsel ve geleneksel yapıları ile “tarikatlar” ister Cumhuriyetle beraber ve özellikle 1960’lardan sonra kent ortamında ortaya çıkan “cemaatler” olsun, her ikisi aynı sosyal olguya atıftır. Tarihsel olanın (tarikat) canlılık kazanması, yeni olarak çıkanların olması göç ve kentle ilgiliydi, İkinci Nesil İslamcıların açtığı şemsiyenin altında her versiyon da buluşabiliyordu.

21. yüzyılın başlarından itibaren iktidarı devralacak siyasal İslam’ın nasıl oluyor da çeyrek asır hükümferma olduğunu anlamak, biraz da sosyal İslam’ın pek dikkate alınmayan rolüne bakmayı gerektirir. Klasik Kemalist zümrelere göre, geçen yüzyılda tarikat ve cemaatleri Mustafa Kemal inkılapları ve üzerlerine kurduğu baskı ile artık süreç içinde tarihin deposuna kaldırılmıştı; etkileri zaman zaman görülse de cumhuriyet hükümetlerine düşen görev bunları denetim altında tutmak, modernleşen Türkiye’de eskinin kalıntıları olarak Avrupai zeminden temizlemektir, bunu yeterince yapmıyorsa siyasiler, din istismarı üzerinden kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tuttukları içindir. Tarikat ve cemaatlerin 1950’lerden sonra öne çıkmalarının yaşanan göç hareketleriyle ilgiydi, fakat radikal Kemalistler için zaten “karşı devrim 1950”de başlamıştı.

AK Parti’nin iktidarına kadar yine pek farkında olunmayan bir gelişme söz konuydu. Sosyal İslam siyasal ve kültürel İslam arasında ara bir yerde duruyor ama aynı zamanda hem verimli bir diyalog ve irtibatı sağlıyor, hem İslamcı entelektüellerin sahip olmadığı toplum desteğini sağlıyorlardı. Siyasal olanın seçmen kitlesi ne kadar İslamcı hareket içinde mütalaa edilirse edilsin, sonuçta bir “seçmen” kitlesiydi ve bu seçmen kitlesi ağırlıklı olarak sağ, milliyetçi partiler arasında yüzer gezerdi. Üç İslam olgu arasında başlayan diyalog, seçmenin bir bölümünü sağcı milliyetçi partilerden koparıp Milli Görüş partileri tarafına çekiyordu. Bu kadarla yetinilmediği açık, biri diğerini etkileyerek tarihten gelen bagajların atılmasına da yardım ediyordu. İşte farklı birçok gayrı İslami kanallardan gelen tortuların temizlenmesi için iyi bir fırsattı.

1980’lerden 2010’lara kadar süren söz konusu diyalog ve karşılıklı ihtirama dayalı işbirliği her üç İslami harekette belli bir iç dönüşüm sağladı. Sosyal İslam, özellikle Horasan merkezli mitolojik ve mistik tasavvufun derin etkisinde sayısız bid’at ve hurafeyle iç içe olagelmiştir, Kaültürel İslam’la temas bu tarihsel mitolojik inanç ve kabullerin gözden geçirilmesi gibi hayırlı gelişmelere yol açtı. Ben ilk günden beri Sünni-Şii, Eş’ari-Mutezili, Selefi-Sufi, Kelami-Felsefi diyalog ve ilişkinin yeni bir rönesansın ön şartı olduğunu düşündüğümden, bu diyalogun Siyasal İslam yoluyla gelecek sekülerleşmeyi, İslami hareket ve genel olarak çok yönlü, çok boyutlu İslamcı iddianın siyasetçi yerin yürüttüğü bezirganlaşmayı önleyeceğini öngörüyordum. Öngörümde yanıldım, korktuğum vuku buldu.

Siyasetin başına bir........

© Serbestiyet