menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

12 Eylül’le yüzleşmenin iki şekli

14 10
12.09.2025

“12 Eylül şöyle kötüydü, böyle acımasızdı” demenin geçmişle hesaplaşmaya yetmeyeceği gecikerek de olsa fark edildi ve suç dökümünün ötesinde günümüze miras bıraktığı kurumları ve zihniyet kalıplarını gün yüzüne çıkarmaya yönelik çalışmalar son yıllarda hızla arttı. Sosyalistlerin, insan hakları aktivistlerinin ve çeşitli kuruluşların hafıza müzeleri, bellek mekânları, belgeseller, anıtlar, görsel ve işitsel kayıtlar, sözlü tarih çalışmaları, konferanslar ve seminerler düzenlemeleri bunu gösteriyor. Yine de bu ilerlemeye karşın, hâlâ dünyadaki yüzleşme örneklerine yetişebilmiş değiliz. Bunun sebebini başka ülkelerden çok geri olmamızda değil, itiraz etme ve yüzleşme kültürümüzle birlikte tarihsel belleğimizin zayıflığında aramak gerekir. 1915 Ermeni ve 1930’lardaki Dersim soykırımları, 40 yıl boyunca Kürt halkına karşı işlenen suçlarla bırakalım çok yönlü bir hesaplaşmayı, bunların her birinde ortak bir mutabakata varmış bile değiliz.

Dünyada yaşanmış geçmişle hesaplaşma deneyimlerinin gerisinde olduğumuzu gösteren birçok örnek verilebilir. 1945 sonrası Alman hükümetleri Nazizm’in suçlarını sorgulamayı, sorumlularını devlet kurumlarından temizlemeyi hasıraltı ederek, meseleyi eski Nazilerin rehabilitasyonuna indirgemişlerdi.[1] Sonderweg diye anılan daha ince mazeretçi tarih teorilerinden öte, dikkatleri savaş öncesinden sonrasına çekmek, elini kana bulanmış faşist katilleri mağdur göstermek gibi Bismarckvari ikiyüzlü kurnazlıklara başvurdular.[2] Bunlara bir dereceye kadar güçlü itiraz ebeveynlerinin Almanya ve İtalya’daki faşizm suçlarının örtbas edilmesine sessiz kalmalarını ve eski siyaset kurumlarıyla uzlaşmalarını kınayan 68 Batı Avrupa öğrenci hareketinden geldi. Ardından Nazi geçmişi hafızasını diriltmek için daha fazla tarihsel, hukuksal, estetik, psikolojik eleştiri çalışması yapılmaya başlandı. Yine, İspanya’da tabulara ancak 1975’te Franko’nun ölümünden sonra dokunulabildi, bu pek radikal tarzda olmasa da liberal demokratik dönüşümle telafi edildi. 1974 Karanfil Devrimi’ni yaşayan Portekiz’deyse sonradan tavsamasını saymazsak, daha radikal önlemlerle (suçluların cezalandırılması, kamulaştırmalar, toprak reformu) birleştirildi. Arjantin, Şili, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde de faşist-ırkçı rejimlerden kurtuluşla birlikte geçmişle hesaplaşma adına önemli adımlar atıldı.

30 yıldır büyük bir irade sergileyen Cumartesi Anneleri’nin takdire şayan uzun direnişlerinin, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’nden ilham alınarak başlatıldığı hatırlanmalıdır. Bunu devrimci anaların geçmişe yönelik bir yası olmayıp hem hesap sorma hem de gelecekte tekrarını önleme amaçlı olduğu, her yıl bir “Beyaz Toros” imasıyla karşılaşmasından çıkarılabilir. Bu da gösteriyor ki, geçmişle hesaplaşmak maziye takılıp kalmak değil, asıl geleceği yeniden şekillendirmek, daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereklidir.

***

Ülkemizde geçmişle yüzleşme denince, insan haklarını savunmaya kendini adamış aktivistlerin ve kuruluşların, tarihimizdeki soykırım, katliam ve faşist diktatörlük suçlarını açığa çıkararak faillerin cezalandırılmasına, mağdurların rehabilitasyonuna ve bunların bir daha yaşanmaması için önleyici yasal düzenlemeler yapılmasına dair talepler öne sürmeleri anlaşılır genellikle. Bu sorunla belki devrimci gruplardan çok insan hakları kuruluşları, sosyalist avukatlar, yazarlar ve akademisyenler ilgilendiklerinden, ikincil anlamı neredeyse unutuldu ve şimdiye dek Avrupa Yeni Solu’nun gelenekleştirdiği kalıplar benimsendi.

Geçmişle yüzleşme kavramını ilk kullananın Nazi sempatizanı tarih profesörü Hermann Heimpel olması ironiktir. Nazizm’le ve işlediği insanlık suçlarıyla hesaplaşma anlamında kavramsal dönüşüm geçireceğini akıl edememişti belli ki. T. Adorno, 1959’da yazıp genişlettiği Geçmişin İşlenmesi makalesinde, Nazi suçlarının, arkasında bıraktığı travmanın ve kalıntılarının unutulmaması, geri gelip bir daha yaşanmaması için hatırlanması ve sorgulanması gerektiği konusunu ele almakta ve hatırlama siyaseti önermekteydi. Aynı yıllarda antifaşist kamp, 1945 sonrası sözde Alman demokrasisinde eski Nazilerin hâlâ devlet görevlerinde kalmalarına, eğitimden hukuk sistemine, kültür ve sanat dünyasına faşizmin etkinliğini sürdürmesine karşı etkili bir kampanya yürütmüştü.

Daha sonraki yıllarda geçmişle yüzleşme, mağdurların rehabilitasyonu ve demokratik yasalar çıkarılması gibi faaliyetlerini ifade etmek üzere hümanist bir çerçevede kullanılmaya başlandı. Soğuk Savaş’ın ardından dünya komünist solunun topyekûn gerilemesiyle birlikte, demokratik içerikli yüzleşme çalışmaları hegemonik bir konum kazandı.[3] Öyle ki komünist olduğu iddiasındakiler bile ana akıma yakın durdular.

Demokratik ortamın genişlemesi ve antifaşist reflekslerin canlı tutulması adına Marksistler bunları elbette desteklemeli ve daha kapsamlısını kendileri yapmalı. Ne var ki, bu, “geçmişle yüzleşme”nin başka cepheleri ve bireysel/grupsal/kolektif yönleri olduğunun da üstünü örtmemelidir. Soykırımlar, kanlı diktatörlükler, iç savaşlar egemen devletlerin ezilenlere karşı işledikleri suçlar olarak elbette toplumun tümünü ilgilendirir. Ancak bir yerde yenen varsa yenilen de vardır; mağlupların hata ve eksikleri olmasa galipler kazanamazlar. Demek ki, mağlubiyetin öznesi durumundakiler “nerede hata yaptık”, “nerede eksik kaldık” diye kendileriyle yüzleşmeliler ki, karşıdevrim kampıyla hesaplaşma tek yanlı olmaktan çıkıp, bütün cepheleri kucaklayabilsin. Unutulmamalıdır ki, egemen tarih yazımı yalnız resmî ideolojiyi değil, onun dört koldan kuşatma altına aldığı solun zayıf kanatlarını da etkileyip şekillendirmektedir. O yüzden kuşatmayı yarmak için karşı tarafı sorgulamakla yetinmemek, kendi cenahını da sorgulamak gerekir. Eğer bu yapılmazsa, egemenlerin o güne kadar bin bir yolla kamuoyuna empoze ettikleri yerleşik algı varlığını korumaya devam eder.

Örnek vermek gerekirse Avrupa’da faşist geçmişle yüzleşme etkinlikleri hümanist, antifaşist söylemle sınırlı değildi. 1970 yılında, “Yenilgiyle Yüzleşmek: Alman Komünist Partisi[4] makalesini yazan Eric Hosbawm, Batı Solu geleneğinin dışına çıkarak komünist parti geleneğinin izini takip etmişti. Bu makalesinde Spartakistlerden ve Rosa Lüxemburg’dan başlayarak Ernst........

© sendika.org