menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kuram, sınıf ve özne

8 0
14.10.2025

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.

Türkiye siyaseti yeniden şekillenmekte. Bu dönüşüm sosyalist hareketi bir kuramsal tartışmaya davet etmekte. Bu dönüşüme dair stratejinin bu tartışmanın içinden çıkması gerekmekte.

Sendika.Org’da yayımlanan bu dosyada yer alan metinlerde bu yargı üzerinde bir oydaşma söz konusu. Metinlerin istisnasız tümünde bir stratejik atılım ihtiyacı vurgulanıyor ve bu ihtiyacın kökeninde yatan sorunlar ele alınıyor. Ele alınan sorunlar arasındaki bağlantıları ise bu sorunları şu üç başlık altında derleyerek netleştirebiliriz:

Birinci başlık kuramın kendisine dönük tartışma ihtiyacı. Bu ihtiyaç şu temalarda cisimleşiyor: Sınıf mücadelesi kavramının içinin boşaltılması[i], demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesinin birleştirilememesi[ii], sosyalistlerin yalnızca “neye karşı” olduklarını değil, “neyi savunduklarını ve nasıl kuracaklarını” netleştirememeleri[iii], yeni araç ve yöntem bulamama[iv], devrimci mirasın eleştirel sahiplenilmesinden hareketle yeni bir stratejik kuruluş sürecinin başlatılamaması[v], işçi sınıfının değişen yapısının ve kapitalizmin yeni biçimlerinin yeterince analiz edilememesi[vi], güncellik tuzağına düşmeden teori-politika bağlantısının kurulamaması[vii], (devrim, halk, iktidar, özgürlük gibi) büyük kavramların somut pratiklerden kaçınmanın bir vesilesi hâline gelmesi[viii], günümüze uygun sosyalist iktidar stratejisinin reçetesini üretememe[ix], yirmi birinci yüzyıl sınıf savaşlarının Türkiye’deki karşılığı olan sosyalist devrimin stratejik hatlarını örememe[x], pratiğe yön veren stratejik bir vizyon eksikliği[xi], bağımsız bir plandan yürüyen bir siyasi hattı kuramama.[xii]

İkinci başlık ise sosyalistlerin sınıfla ilişkisini tartışma ihtiyacı. Bu başlık altında şu temaları görüyoruz: Sosyalistlerin işçi sınıfıyla ilişkilerinde kopukluğun aşılamaması[xiii], ezilenlerin birleşik bloğunu inşa edememe[xiv], haklar mücadelesi ile sınıf siyaseti arasında bağ kuramama[xv], kitlelere gündelik hayata dokunan somut talepler yerine soyut ideolojik söylem ve çağrılarla ulaşmaya çalışma[xvi], halkın gündelik yaşamına nüfuz eden pratikler üretememe.[xvii]

Üçüncü başlık sosyalist özneye, örgüte ve örgütlere dönük tartışma ihtiyacı. Öne çıkan temalara değinmek gerekirse: Devrimci bireyin özneleşememesi[xviii], son on yıldır genç kuşağa deneyim ve tutum aktarımı yapılamaması[xix], örgütsüz kişilere gereğinden fazla önem atfedilmesi[xx], iç birliği sağlayamama ve bağımsız bir hat inşa edememe[xxi], eylemde ve hedefte birliği önceleyen bir devrimci inisiyatif merkezinin kurulamaması[xxii], sosyalistlerin stratejik birlik ve kolektif irade üretememeleri.[xxiii]

Bu tasnif hatalı ve/veya eksik olabilir fakat bu dosya daha sonra sosyalist örgüt ve akımların temsilcilerinin katılımıyla ve mümkünse kendi aralarında bir polemiğe dönüşürse bu veya benzer bir tasnifle devam etmenin faydalı olacağına inanıyorum. Bu sayede katılımcıların yaklaşımları arasındaki farklılıkların berraklaşması ve birbirine rakip tezlerin üretilmesi mümkün hâle gelebilir. Rakip tezler üretemezsek de her üç başlık altında işaret edilen sorunların niteliğini teşhis edemeyiz, bu sorunlar arasındaki ilişkiyi anlayamayız ve bu sorunları çözemeyiz.

Bu girişi takiben birinci çağrıya, yani kuram meselesine dair fikirlerimi paylaşmak isterim. Öncelikle sorunu tanımlamalıyım ve önerimin hedefini tarif etmeliyim: Sınıf oluşumuna dair kuramla birikim kuramı arasında bir boşluk olduğuna inanıyorum ve bu boşluğun doldurulmasıyla arzu edilen kuramsal atılımın gerçekleşeceğini iddia ediyorum.

Yirminci yüzyıldaki iki gelişme bu boşluğu tespit etmemize yardımcı olmakta.

Bu gelişmelerden birincisi tekelleşmeyle eşzamanlı olarak gayri-proleter ve gayri-burjuva sınıfların üretim ilişkilerindeki özgül ağırlıklarının artması. Servet dağılımından hareket edersek bugün hem Türkiye’de hem de hemen tüm ulus devletlerde ne burjuva ne de proleter olarak adlandırabileceğimiz yüzde 15 ila 20’lik bir kesim mevcut. Bu kesim, finans kapitali yöneten (dünyada sayısı on binden az mensubu olan) mikroskobik azınlıktan çok daha küçük bir servete sahip. Dolayısıyla tekelci kapitalizm tezini ciddiye alıyorsak bu kesimi burjuvaziye dahil etmemeliyiz. Benzer şekilde aynı kesim kişi başına düşenden daha büyük bir servete sahip. En yoksulundan en varsılına bu kesimin mensuplarının üzerinde ücretli emeğe ilişkin proletaryanınkine benzer bir baskı söz konusu değil. Az ya da çok birikim sürecinden nemalanıyorlar ve şahsi kıymetlerini çocuklarının çalışma ve yaşam koşullarında anlamlı bir fark yaratacak şekilde kullanabiliyorlar. Dolayısıyla proletaryanın mensubu değiller. Bu kesim emek süreci, ulusal pazarların ve ulusaşırı tedarik zincirlerinin inşası ve idaresinde oynadıkları belirleyici bir rol sayesinde bu kıymeti biriktirebiliyorlar. Özetle birikim sürecinde bir işlevleri var ve bu işlev nedeniyle artı değerden pay alıyorlar.

Bu kesimin geçtiğimiz yüzyılda mevcudiyetini korumuş olması kutuplaşma tezi olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist üretim ilişkilerinin proletarya ve burjuvaziden müteşekkil bir sınıf yapısına yol açacağına dönük beklentiyi yanlışladı. Dolayısıyla birikim ve sınıf oluşumu kuramları arasındaki boşluğu kapatabilmenin özellikle siyasi strateji açısından önemli bir adımı gayri-proleter ve gayri-burjuva toplumsal sınıfların birikim kuramı içindeki yerini tespit edebilmek.

Bu tespit belki daha önce yapılabilirdi çünkü bahsettiğim kutuplaşma tezi aslında 1930’lara gelindiğinde zaten bir hayli hırpalanmıştı: Nasıl bugün İslamcılık’ı ya da küresel ölçekte otoriter hareketlerin güçlenmesini tartışıyorsak o dönemde de yükselen faşist dalga Marksistlerin gündemini belirlemişti ve Gramsci’den[xxiv], Neumann’dan[xxv] ya da Lederer’den[xxvi] hareket edersek meselenin merkezinde bir tür “orta sınıf” yatmaktaydı.

İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraki süreç bu sınıf ya da sınıfların ortadan kalkmadığını ve hatta üretim ilişkileri içindeki rollerinin daha da önemli hâle geldiğini ortaya koydu. Marksistler bu durumu 1970’lerde tartıştılar. Atlantik’in iki yakasından Nicos Poulantzas ve Erik O. Wright gayri-proleter ve gayri-burjuva üç sınıf önerdi: yeni küçük burjuvazi/yarı-otonom işçiler, tekelci-olmayan sermaye/küçük işverenler, idari teknokrasi/idareciler.[xxvii]

İkinci gelişme ise sosyalist bloktaki bürokratikleşme oldu. Troçki’nin 1936’da SSCB’de bürokrasiye karşı bir işçi devrimi gerçekleşmezse kapitalist üretim ilişkilerini restore edecek bir karşı devrim öngördüğünü biliyoruz ki bu öngörü gerçekleşti.[xxviii] Her ne kadar öngörünün ise de bu saptama sadece Troçki’ye mal edilemez. Bu mesele Troçki’nin muarızı (ve katili) Stalin’in de şu ya da bu nedenden gündemindeydi. Stalin, Lenin’e referansla 1928’de bürokrasiye karşı savaşı mutlak olarak gerekli görüyor ve bu hastalığın kökenlerini küçük burjuva güçlerde görüyordu.[xxix]

Referans olarak almamız gereken Lenin ise 1922’de bir bürokratik bataklığın içine çekilmeye çalışıldıklarından şikayet ediyordu.[xxx] Partiye sunduğu son kapsamlı mektupta her ne kadar daha çok hatırda kalan Lenin’in Stalin, Buharin ve Troçki gibi öne çıkan isimlere dair fikirleri olsa da Lenin’in ‘listesinin baş sırasında’ merkez komitenin genişletilmesi önerisi yer almaktaydı ki bu, kendisinden bekleneceği üzere, Lenin’in bürokrasinin yarattığı tehdidin şu ya da bu kişinin tasfiyesi ya da taltifi ile çözülemeyeceğinin farkında olduğunu, bürokrasiye karşı partiyi güçlendirerek bu tehdidi bertaraf etmeye çalıştığını göstermekte.[xxxi]

Bu komünistler bürokrasiyi (ve devleti) fetişleştirmeden anlama çabasına girdiler ve bürokrasiden kaynaklanan tehditle mücadele ettiler ya da en azından bu tehdide işaret ettiler. Burada ilginç olan Troçki bürokrasinin karşı-devrimci tarihsel rolünü ve bu rolün önemini en açık ve ikna edici şekilde ortaya koymuşken, bürokrasiye karşı mücadeledeki tavrına dair samimiyeti sıklıkla sorgulanan Stalin’in hem de Lenin’e (kendi yorumuyla hercümerç ederek verdiği) atıfla bürokrasi ve küçük burjuvazi arasında bir bağ kurmuş olması. Fakat yine de, bildiğim kadarıyla, bürokrasinin sınıf kimliğine dair genel kabul gören bir doktrin geliştirilmedi ve adını bile koyamadığımız bu zümre geçen asrın sosyalizm deneyimini baltalayan bir öğe olarak tarihteki yerini aldı.

Bu iki gelişmeden hareketle kuramsal boşluğu doldurmak için en azından ve öncelikle kapitalist üretim ilişkileri içinde gayri-proleter ve gayri-burjuva sınıfları birikim kuramından hareketle tanımlamak gerektiğine inanıyorum.

Önerim bir hayli basit: Marx birikim modelini Kapital’in üç cildinde sunuyor. Birinci ve üçüncü cilt sırasıyla artı değerin üretimi ve temellüküne yoğunlaşıyor. Bu iki süreç sırasıyla proletarya ve burjuvaziyi tanımlamamıza yardımcı oluyor.

Kapital’in ikinci cildi ise artı değerin dolaşımına yoğunlaşıyor. Birikim kuramı ve sınıf oluşumuna dair tamamlayıcı olduğuna inandığım katkı da bu sürece ilişkin. Nasıl birinci ve üçüncü ciltten bu üretim biçiminin asli sınıflarını ne şekilde cisimleştireceğimizi öğreniyorsak, ikinci ciltten de diğer üç sınıfı ete kemiğe bürümeyi öğrenebiliriz. Bu üç sınıf dolaşım sürecini oluşturan (para, meta ve üretken sermaye arasındaki) üç metamorfozu kolaylaştırıyor. Bu sınıfların serveti finans kapitale hükmeden burjuvaziyle kıyaslanmayacak kadar küçük ve varoluş nedenleri bu metamorfozları burjuvazi lehine kolaylaştırmak fakat proletaryanınkinden de büyük; çünkü artı değerden burjuvazi gibi bir pay alıyorlar. Bu pay artık kârın içinden geliyor. Her türden idari, teknik ve sosyal yenilikle üç metamorfozu kolaylaştırdıkları nispette proletaryanın sömürüsünü derinleştiriyor ve bu sayede artı değerden daha büyük bir pay talep edebiliyorlar. Yani sömürüye dahil olabilmeleri artık kârın büyümesini sağlamalarına ve bu rolü ifa edebilmeleri de bilgi üretmelerine bağlı.[xxxii] Bu nedenle her ne kadar mevcudiyetleri kapitalist üretim ilişkilerinin devamına bağlı ise de hem burjuvazi hem de proletaryayla bir çatışma içindeler. Bu ikili çatışma hâli bu kesimlerin sınıf kimliğini teşhis etmemizi güçleştiriyor.

Bu üç sınıfı, yukarıda bahsettiğim üzere, Poulantzas yeni küçük burjuvazi, idari teknokrasi ve tekelci-olmayan sermayedarlar olarak adlandırmıştı. Diğer bir deyişle, bu sınıfların varlığından haberdarız. Fakat bu sınıfları nereye koyacağımızı bilmiyoruz. Bunun nedeni ise bu sınıfların birikim sürecinde denk düştüğü konumun Poulantzas ve diğerlerince anlaşılamaması. Bu konumu artı değerin dolaşımını artı değerin üretimi ve temellükü gibi “sınıf üreten” bir süreç olarak tanımlayarak tespit edebiliriz. Dolayısıyla önerimin merkezinde dolaşım sürecini bu tür bir yaklaşımla yeniden ele alma fikri yatıyor.

Poulantzas’tan devam edersek bu üç sınıfı başka bir usulle tarif etmesine rağmen bu sınıfların ikisini teknokrasi ve küçük burjuvazi olarak adlandırabiliriz. Bunlar sırasıyla para sermayenin meta sermayeye ve meta sermayenin para sermayeye metamorfozunu kolaylaştırdıkları oranda burjuvaziden artı değerin bir kısmını talep ediyorlar.

Öte taraftan, önerdiğim model bu sınıfların “ara katmanlar” ya da “orta sınıflar” olduğu fikrini yadsıyor. Yani bunlar müstakil sınıflar ve bu sınıfları “dolaşım sınıfları” olarak adlandırabiliriz. Belki daha önemlisi tekelleşme bu sınıfların ortaya çıkışını kolaylaştırmakta. Evet, tekelleşme proletaryanın nicelikçe büyümesine yol açar. Fakat tekelleşme dolaşım sınıflarına da yer açmakta. Tekelleri kontrol eden burjuvazi rekabetten asgari ölçüde etkilenmekte. Bu nedenle tekelci-olmayan sermayeler piyasa ilişkileri içinde burjuvazi için bir tehdit teşkil etmez. Benzer biçimde, bu tekeller bir avuç burjuva ailenin kontrol edemeyeceği kadar karmaşık organizasyonlar. Bu nedenle dolaşım sürecini şekillendiren bilgiyi üretebilen ve kendisine saklayabilen kesimlerin artı değerden pay talep etmesi mümkün hâle gelmekte. Ürettikleri bilgiyle emeğin yoğunluğunu arttırarak, işgününü uzatarak/ücreti düşürerek ve kimi dönemlerde emeğin üretkenliğini yükselterek artık kârın büyümesini sağladığı sürece dolaşım sınıfları birikim sürecinin ve dolayısıyla burjuvazinin hakimiyetinin devamlılığını sağlıyor.

Dolaşım sürecine dair önerdiğim model bu üç dolaşım sınıfı fikrinin temel noktası. Dolayısıyla bu modelden hareket edildiği sürece bu üç sınıfı nasıl adlandırdığımızın da bir önemi yok. Öte taraftan Poulantzas’ın ‘tekelci-olmayan sermayedar’ kavramı bir isimden ziyade, negatif bir tarif olduğu için, Henri Pirenne’in bir çalışmasından esinle[xxxiii] bu sınıfı faburjuvazi olarak adlandırdım.[xxxiv] Yani ne olmadığı değil ne olduğu üzerinden bir tanım çabası sunuyorum. Tekrarla, diğer iki dolaşım sınıfının isimleri ise Poulantzas’ın çalışmasından çıktı: küçük burjuvazi ve teknokrasi.

Türkiye özelinde bu kavramın Hikmet Kıvılcımlı’nın tefeci-bezirgân sermaye olarak adlandırdığı kesimle tarihsel olarak örtüştüğünü de vurgulamalıyım.[xxxv] Yani Osmanlı’dan bu yana kapitalistleşme sürecinde dönemin komprador ve/veya tekelci sermayesine dahil edilemeyecek kesimlerin üretim ilişkileri ve dolayısıyla siyasete etkisi yeni bir teşhis değil.[xxxvi]

Dolayısıyla, birikim sürecine yeni bir bakış açısı öneriyor ve bu bakış açısından hareketle hem burada hem dışarıda hâlihazırda teşhis edilmiş üç potansiyel sınıfın birikim sürecindeki konumlarını tanımlıyorum.

Bu potansiyel sınıfların yirminci yüzyıl boyunca (yani tekelleşmeye paralel biçimde) adım adım gerçek faillere işaret ettiğini görebiliyoruz. Bu yönüyle Kıvılcımlı’nın (tarihini erken Osmanlı’dan bugüne getirdiği) tefeci-bezirgânları (yine Kıvılcımlı’nın vurguladığı üzere) belki de Osmanlı’nın kapitalist dünya ekonomisine eklenme sürecinin bir ürünü olduğu kadar faburjuvazinin İkinci Paylaşım Savaşı sonrasındaki içe dönük birikim modelinin ve bu modelin krizinin ürettiği bir öncülü olarak okunabilir ki Kıvılcımlı’nın bu kavrama yoğunlaştığı 1960’larda bu emareyi sezinlemiş olduğunu ve bu kesimin Osmanlı’daki kökenlerine yoğunlaştığını düşünebiliriz.

Özetle, Marx’ın birikim modeli bugünün sınıf yapısını okumamıza yardımcı olmakta. Artı değerin dolaşımını sınıflar arası ilişkileri tayin eden üç süreçten biri olarak ele almak bu sınıf yapısının temel bileşenlerini görmemizi kolaylaştırmakta. Sınıf oluşumunu anlayabilmek için bu modele dışsal kavramlar üretmemize gerek yok. Bu yönüyle önerimin Marx’ın çerçevesinin özüne sadık kaldığına ve Poulantzas ve diğerlerine kıyasla asgari bir kavramsal müdahaleyle Marx’ın birikim modelini sınıf oluşumuyla ilişkilendirdiğine inanıyorum. Öte taraftan, Türkiye özelinde Kıvılcımlı dünyada ise Poulantzas da dahil olmak üzere birçok Marksistin bahsettiğim sınıf faillerine işaret ettiğini düşünüyorum.

Dosyaya yapılan katkıların vurguladığı üzere bugün yaşadığımız diğer iki büyük sorun sosyalistlerin proletaryayla girdiği ilişkiyi dönüştürmek ve bu dönüşümü tetikleyecek özneyi kurmak. Dolayısıyla kuramdan beklentimiz bu iki sorunu aşmamıza yardımcı olması ve kurama ilişkin önerilerin bu iki soruna dönük önerilere işaret etmesi beklenir.

Bu bağlamda, sunduğum çerçevenin dosyaya yapılan katkıların altını çizdiği ikinci soruna, yani sınıfla ilişkiler meselesine dönük sonuçlarına geçebilirim. Sosyalistlerin sınıfla ilişkisindeki sorunun özünde sosyalistlerin anlatısına ilişkin bir eksiklik değil, sosyalistlerin bu anlatıyı proletaryaya ulaştıramamasının yattığını düşünüyorum. Yani sorunu bir “engel” meselesi olarak ele alabiliriz.

Türkiye (ve benzer ülkeler) özelinde proletaryayla ilişkimizi kesen asli unsurun ise faburjuvazi olduğuna, burjuvaziyle girdiği gerilimleri ve işbirliğini içeren girift ilişki sayesinde faburjuvazinin devletin sosyalistlere ve proletaryaya verdiği tepkiyi şekillendirdiğine inanıyorum.

Dolayısıyla, bu engelin ‘devlet’ olduğuna inanmıyorum. Devlet (burjuvazi ve günümüzde dolaşım sınıflarından müteşekkil) sömürücü sınıfların çıkarlarının bir bileşkesi doğrultusunda eyleyen bir organizasyonlar kümesi, bir kurum. Bu saptamayı göz ardı ettiğimizde proletaryaya siyasi erişime dair sorunu devletin zoru meselesine indirgeyerek devleti fetişleştirmiş oluruz. Bu durum da, makineye sınıfsal ilişkilerden bağımsız bir nesne olarak görenlerin makineyi fetişleştirmesine benzer. Fetişleştirildiğinde makinenin arkasında yatan sınıflararası ilişkileri, sınıf faillerini görmek güçleşir.

Fetişleştirme üretim ilişkileri içindeki önemli sınıf faillerinin tespitine imkân tanıyan bir tarihsel bir yaklaşım geliştirebildiğimizde aşılabilir. Devlet, özellikle hukuki düzenlemeler ve zor aygıtıyla mülkiyeti yeniden üreterek kapitalist üretim ilişkilerinin devamını sağlar ve burjuvazinin iktidarını kurar. Bu işlev birikim sürecindeki dönüşüme paralel olarak yeniden tanımlanır. Gayri-burjuva sömürücü sınıflar, yani dolaşım sınıfları, bu işlevin ifası ve dönüşümünde belirleyici bir rol oynar çünkü her ne kadar bu sınıfların proletaryanın sömürüsünden pay alması özel mülkiyetin devamını gerektirse de özel mülkiyetin sınırları, biçimi ve sonuçları sömürücü sınıflar ve proletarya arasındaki ilişkinin dönüşümüne paralel biçimde değişir.

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden 1980’lere kadar devletin bu minvaldeki siyasi reflekslerini şekillendiren sınıf küçük burjuvazi (ve onun öncü kesimi olarak bürokrasi) olmuştu. 1980’lerden beri ise faburjuvazi bu imtiyazı küçük burjuvazinin elinden aldı ki İslamcı-laikçi çekişmesinin arkasında bu süreç yer almaktaydı. Devletin........

© sendika.org