Geç faşizmin hızı, yeni konjonktür ve sosyalist strateji
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Faşist rejimlerin ayırt edici özelliklerinden biri, sürekli hızla hareket etmeleri, her an yeni bir otoriter adım atmalarıdır. Bu hız, basit bir keyfiyet değil, rejimin süreklileşmiş krizini yönetme tarzıdır. Krizi çözemeyen iktidar, her gün yeni manevralarla toplumu şaşırtmak ve sürekli teyakkuzda tutmak zorundadır. Düşmanlaştırmaya dayalı meşruiyet için her gün yeni hedefler tanımlar; yeniden doğuş mitini sahnelemek için sürekli yeni başlangıçlar üretir. Bu hız, aynı zamanda faşizmin kaçmaya çalıştığı kapitalist zamansallıklara -borç ödeme döngüleri, rekabet baskısı, emek-zamanı- olan tâbiyetini örter. Ulusun zamanını hızlandırıyormuş gibi görünerek aslında kapitalist zamanın tahakkümünü gizler. Bu yüzden faşist zaman, ani yasakların, baskınların, ablukaların zamanıdır. Türkiye’de son yaşanan gelişmeler -CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atanması, valiliğin eylem yasağı, polisin bina önünü abluka altına alması- bu hızın ve kriz yönetimi mantığının canlı örnekleridir. Peki faşist zamansallığa karşı sosyalistler nasıl bir siyasal strateji geliştirmelidir?
Bu soruya yanıt ararken, öncelikle faşizmin 19 Mart’tan bu yana girdiğimiz yeni konjonktürde nasıl şekillendiği üzerinde durmak gerekir. Türkiye’de siyasal rejim 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana neoliberal otoriterlikten geç faşizme doğru evrilmektedir.[1] O tarihten itibaren sosyalistlerin stratejileri de rejimi nasıl tanımladıklarına göre farklılaşmıştır. Rejimin karakterini “neoliberal otoriterlik” olarak tanımlayan sosyalist kesimlerin stratejik odağı neoliberalizm karşıtlığı etrafında şekillenmiş, fakat özgül bir anti-faşist siyasal müdahaleyi içermemiştir. Bir başka kesim, devleti Türkiye’nin tarihsel faşizminin ürünü olarak görüp bugünkü rejimi ayrı bir olgu olarak tanımlamış; bu nedenle de geç faşizmin özgün özelliklerini dikkate almayan bir devrimci strateji benimsemiştir. Sosyalistlerin önemli bir bölümü ise 2015’den itibaren rejimin özgün bir faşistleşme sürecine girdiği tespitinden hareketle, faşizmin kurumsallaşmasını önlemeyi stratejik hedef olarak benimsemiştir.
Rejimi tanımlamadaki güçlük, sosyalistlerin seçimler ile sokak hareketleri arasındaki ilişkiyi kurma biçimlerine de yansımıştır. Gezi ve Kobanê sonrası geç faşizm sokakları bastırarak muhalefeti seçimlere mahkûm edince, sosyalistlerin çoğu enerjilerini seçim stratejilerine yoğunlaştırmıştır. Bu stratejilerin en önemli çıktısı ise 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde CHP’nin batıda, DEM Parti’nin Kürt illerinde elde ettiği başarıdır. Ancak seçimlerden sonra iktidar bloku bu sonuçları geçersiz kılmak için bir dizi adım atmıştır. AKP iktidarı ilk olarak DEM Parti belediyelerine kayyum atamış, CHP’nin “normalleşme” hamlesini ise geri çevirmiştir. 1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle el sıkışarak başlattığı “terörsüz Türkiye” süreci ve 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilerek tutuklanması ise yeni bir konjonktürün habercisi olmuştur. Sosyalist stratejiyi yeniden düşünürken öncelikle bu konjonktürün temel özelliklerini ortaya koymak gerekir.
Marksist anlamda konjonktür uzun vadeli yapılar ile kısa vadeli olayların belirli bir tarihsel anda birbiriyle etkileşime girerek kurduğu özgül eklemlenmedir. Uzun vadeli yapılar imkân ve sınırlar çizer, ama bu sınırlar içinde siyasal mücadeleler, ittifaklar ve ideolojik müdahaleler yeni yollar açabilir veya kapatabilir. Bugünü anlamak açısından, uzun vadeli bir yapı olarak geç faşizmin üç temel dinamiği özel bir önem taşımaktadır. Birincisi, uluslararası düzeyde geç faşizm, 2008 krizine verilen özel bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır ve süreklileşmiş savaş, işgal ve mülksüzleştirme yoluyla sermayeye yeni birikim alanları açılmasına dayanır. Türkiye’de bunun yansıması devletin Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de üstlendiği alt-emperyal rollerdir. İkincisi, her ülkede geç faşizmi besleyen pratikler ırksal kapitalizm ve sömürgecilik mirası tarafından biçimlenir. Türkiye’de bu dinamik, tarihsel olarak iç sömürge niteliği taşıyan Kürt coğrafyasında uygulanan baskı mekanizmalarında görünür. Son olarak, klasik faşizmden farklı olarak geç faşizmde rejim seçimleri askıya almaksızın varlığını sürdürebilmek için çeşitli mekanizmalar geliştirmiştir; Türkiye’de bu mekanizmaların başında yargı yoluyla seçim sonuçlarına müdahale gelmektedir.
19 Mart’tan bu yana girdiğimiz yeni konjonktürde geç faşizmin bu üç dinamiğinin işleyişinde bazı değişimler olmuştur. İlk olarak, devletin Ortadoğu’da alt-emperyal bir rol üstlenme çabası sürerken; Trump’ın iktidara dönüşü, İsrail’in Gazze saldırılarının Suriye ve İran’a yayılması ve Esad rejiminin yıkılması, Türk devletini emperyal işleyiş mekanizmalarında kullandığı Kürt karşıtı politikalarda bazı modifikasyonlar yapmaya zorlamıştır.[2] Dış dinamiklerin içeriye yansıması ise Erdoğan’ın “iç cephenin tahkimatı” vurgusu ve 1 Ekim’de Bahçeli eliyle başlatılan “terörsüz Türkiye” sürecidir. Gelinen noktada bu süreç, DEM Parti’nin mücadelesiyle Meclis’te bir komisyon kurulmasına kadar varmıştır. Ancak son dönemde devletin Rojava’ya dönük savaş tehditlerini yükseltmesi ve rejimin barışı PKK’nin silah bırakmasına indirgemesi, sürecin kırılganlığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Faşizmin ikinci yapısal dinamiği olan iç sömürgede uygulanan baskı mekanizmaları açısından ise 19 Mart sonrasında önemli bir kırılma yaşanmaktadır. Martinikli devrimci Aimé Césaire’in “sömürgeci bumerang etkisi” olarak tanımladığı süreç bütün ağırlığıyla devreye girmiştir. Bu etki, sömürgede uygulanan baskı tekniklerinin bir süre sonra merkeze dönmesi anlamına gelir.[3] Kürt halkının iradesini hiçe sayan kayyum uygulamalarının ve tutuklamaların CHP belediyelerine de yayılmasıyla, bu mekanizmalar artık merkezde de işletilmektedir.
Son olarak, geç faşizmin üçüncü yapısal dinamiği olan seçimleri askıya almadan iktidarı sürdürme mekanizmaları 19 Mart sonrasında hem yaygınlaşmış, hem çeşitlenmiştir. Kayyum atamaları ve tutuklamalara ek olarak “quisling” olarak adlandırılabilecek yeni bir yöntem devreye sokulmuştur.[4] Kavram, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaliyle işbirliği yapan Vidkun Quisling’den gelir ve otoriter iktidarlarla işbirliği yaparak kendi halkına ihanet edenleri tanımlar. Türkiye’de quisling mekanizması, Özlem Çerçioğlu örneğinde olduğu gibi iktidarın seçilemediği yerlerde seçilmiş temsilcilerin baskı, teşvik ya da pazarlıklarla iktidar partisine transfer edilmesi; ya da Gürsel Tekin örneğinde olduğu gibi muhalefet partilerinin yönetimlerine rejimle uyumlu yöneticilerin yerleştirilmesidir. Bu durum, rejimin yargı aygıtını kullanma biçiminde de bir değişime işaret etmektedir. Eskiden seçim sonuçlarına müdahale merkezi bir mekanizma olan Yüksek Seçim Kurulu üzerinden gerçekleşirken, artık yerel mahkemeler........
© sendika.org
