Yeni Ortadoğu’nun şekillenmesi, Kürt sorunu ve devrimci siyaset
Emperyalizm, geçen yüzyılda kapitalizmi küresel bir sistem haline getirdi, emperyalistler arası hiyerarşi ve rekabetin biçimleri gelişti. Ancak pazar paylaşımı temelinde hakimiyet mücadelesi geride kalmadı ve bugün Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi de yine bu temelde gerçekleşiyor. Soğuk savaş bakiyesi bir siyasal uzantı olarak Suriye’de Esad rejimi yıkıldı. ABD’nin uzun zamandır arzuladığı ve koşullarını oluşturduğu bu gelişme kapitalizmin güncel sömürü mekanizmalarının bölgede somut karşılıklarını inşa edebilmesi için olanakları genişletti. Bölgede İran öncülüğünde gelişen ve ABD emperyalizmine karşı ulusal direniş hareketlerinin de içinde yer aldığı Direniş Ekseni’ni oluşturan güçlere yönelik tasfiye adımları artık daha güçlü atılıyor.
Geçtiğimiz günlerde İsrail Gazze’de açık işgal kararı aldı. Bu gelişmenin öncesindeyse Hamas başta olmak üzere Filistin direniş hareketine Suudi Arabistan ve Fransa’nın başkanlık yaptığı bir BM toplantısında yapılan silah bırakma çağrısı açık işgal öncesi son girişim olarak değerlendirilebilir. Elbette burada emperyalist dünya sistemi içerisindeki güçler arasında yaşanan çelişkiler birtakım gelişmeleri ortaya çıkarıyor. Örneğin Filistin devletini resmi olarak tanıyan ülke sayısı artıyor. Ancak bunun İsrail’le bölgesel hakimiyet yarışı içerisinde kendilerini hatırlatmak gibi bir amacı olsa da Mahmut Abbas hükümetini tek meşru güç olarak öne çıkartarak Gazze direnişini marjinalize etmek ve dünya kamuoyunda İsrail’e karşı sokaklara dökülen kitlesel militan tepkiyi soğurmak gibi hesaplar güdülüyor. Yani Gazze’ye dönük toplam planda bir değişiklik yok. Trump’ın daha önce ifade ettiği şekilde Gazze’nin turizm merkezi haline gelmesi, Filistin halkının sürgün edilmesi ve bu temelde Gazze’nin yeniden yapılandırılması. Bugünlerde Şam’da dolaşan Türk inşaat firmalarının iştahından da görebileceğimiz gibi savaş sonrası her yeni yapılanma süreci yeni bir kârlılık alanı olarak değerlendirilecektir kuşkusuz. Ancak bu projenin arkasında esas olarak ABD’nin Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni kadük bırakarak kendi hegemonyasını güçlendireceği, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan IMEC koridorunda Gazze’nin lojistik aktarma merkezi olarak konumlandırılmak istenmesi var. Yani ticaret koridorları üzerinde hakimiyet kurma biçiminde yaşanan emperyalist paylaşım savaşı bu noktada devrede.
Benzer bir teslim alma girişimi bugünlerde Lübnan’da da yaşanıyor. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi diye anılan ya da başka bir değişle Trump’ın Ortadoğu sorumlusu olarak atadığı Tom Barrack Lübnan hükümetini ziyaret ederek Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını “rica” etti. Bu adımın atılması karşılığında İsrail saldırganlığının duracağı ve İsrail’in elinde tuttuğu bölgelerden çekileceği de vaat edildi. Bugüne kadar İsrail’in açık işgalci saldırganlığına Lübnan içinde direnen ve onu yenilgiye uğratan tek güç olarak Hizbullah’ın silah bırakması Lübnan’ı işgale, istikrarsızlaştırmaya dönük operasyonlara daha açık hale getirecektir. Hizbullah önderliği şimdilik silah bırakmayacağını beyan ediyor. Ancak hem Filistin direnişi hem de Lübnan direniş hareketi Suriye’de Esad’ın düşmesi ve HTŞ’nin Şam’da yönetim koltuğuna oturması sonrasında İran’dan aldığı desteği mümkün kılan ikmal yollarına artık sahip değil. Dolayısıyla maddi direniş kapasitesi her geçen gün daralıyor. Yani direniş hareketini çevreleyen uluslararası koşullar halkların değil emperyalistlerin lehine şekilleniyor.
ABD emperyalizmi benzer yaklaşıma Yemen Ensarullah hareketi ve Irak’ta Haşdi Şabi için de sahip. Ancak şimdilik bu ikisi için de somut bir adım yok. Filistin direnişinin uluslararası anlamda silahla somut olarak yanında olan tek güç şimdilik Yemen. Yemen’de Ensarullah hükümeti hâkim olduğu bölgelerden drone ve füze saldırılarıyla, gemilere el koymalarla Kızıldeniz’i ABD emperyalizmi ve ona bağlı olarak İsrail için bir ticaret rotası olmaktan neredeyse çıkarttı. Yemen’de Ensarullah’ın hâkim olduğu ve şimdiye kadar çeşitli bölgeler bundan sonra daha sistematik şekilde ABD’nin ve İsrail’in açık saldırılarıyla bertaraf edilmeye çalışılacaktır.
Bu tabloda ABD için bölgedeki vurucu güç İsrail. Zaten Gazze için açık işgal kararı da alındı ve ABD bunu “İsrail’in kendi bileceği iş” olarak yorumlayarak yol verdi. Lübnan’da yaşanacak olası gelişmelerde de yine askeri güç olarak İsrail devreye girecektir. İşin düğümlendiği noktalardan biri Suriye’de de İsrail sahada. Suriye’de Colani’nin henüz istikrarlı bir yönetim yapısı oluşturamamış olması birden fazla ihtimali masaya koyuyor. İsrail’le diplomatik temaslar da kuruluyor, SDG’yle görüşmeler de devam ediyor. Ancak Süveyda’da olduğu gibi ilişkiler bir anda silahlı çatışma biçimini de alabiliyor. Colani bir yandan diplomatik temaslarda bulunuyor ancak temasta bulunduğu ABD ve Türkiye dahil ülkelerin birçoğunda hala terör listesinde. Terör listesinden çıkarılma vaadi bir yandan da Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden ülkelerin isteklerini ne kadar yerine getirip getiremeyeceğine bağlı olarak da bir “havuç” olarak kullanılıyor. Suriye’de yeni yönetim bir yandan İsrail tarafından çekiştiriliyor bir yandan Türkiye tarafından. İkisinin de isteklerini yerine getirmeye çalışırken Suriye’nin parçalı yapısını bir arada tutma hedefine ne kadar sahip olduğu kuşkulu gözüküyor. SDG ile müzakereleri bu anlamda sürüyor. Çeşitli mutabakatlar sağlansa da sahada yaşanan durumda istikrarlı bir gelişme yok. Çünkü Suriye’nin kaderine Suriye’de karar verilmiyor.
Suriye’de Şam yönetimiyle SDG arasında oluşacak denge, entegrasyon ve özerklik olanakları Türkiye’de devletle Kürt hareketi arasında yürütülen yeni sürecin de en önemli belirleyenlerinden biri. Dolayısıyla burada pazarlığın sürdüğünü de sahada güçler dengesinde yaşanacak olası değişimlere göre yeniden şekillenebileceğini de söylemek mümkün. Süveyda’daki çatışmalarda hesapları farklı olsa da İsrail ve Kürt hareketinin benzer tutumla müdahil olması bu anlamda ele alınabilir. Sonuç olarak her unsurun bir diğerinin bir sonraki hamlesini izlediği ve fırsat kolladığı bir durum söz konusu.
Ama diyebiliriz ki, ABD Ortadoğu’da aktif tüm unsurları yamacında tutmaya çalışıyor. Tüm çelişki ve çatışmaları yönetmeye çalışıyor, her unsuru kendi çıkarları doğrultusunda harekete zorlayacak bir ilişki kurmaya çalışıyor. Suriye ve Lübnan her ne kadar İsrail’le çelişkiler yaşasa da ABD bu iki bölgeyi de “İbrahim Anlaşmaları” aracılığıyla İsrail’le bir normalleşme düzlemine getirmeye çalışıyor. ABD’nin bu hedefinin doğrudan sonucu Lübnan ve Suriye’nin sahip olduğu nadir toprak elementleri, enerji yatakları, diğer toprak altı zenginlikleri, liman ve ticaret yolları üzerinde tam hakimiyet kurmak.
Elbette asıl hedef İran ve bugün atılan bütün adımlar İran’ın çevrelenmesi ve nihai olarak çökertilmesi planına dönük olarak atılıyor. Bu hedefe bağlı olarak Irak’ta Haşdi Şabi’nin tasfiye edilmesi, günün kilit kavramlarıyla söylersek “silahsızlandırılması” ve Ortadoğu’da oluşan yeni düzene “entegrasyonu” gündeme gelecektir.
Ancak ondan önce ABD Ortadoğu’nun kuzeyinde yeni bir adım attı. Donald Trump, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ı Beyaz Saray’da ağırladı. Bu gelişme elbette Trump’ın savaşan tarafları “barıştırma” tutkusundan gerçekleşmedi. Trump, Nobel Barış Ödülü’nün kişisel bir tutkusu olduğunu gizlemiyor ve iki gün önce Kamboçya Başbakanı Hun Manet, Trump’ı Barış Ödülü’ne aday gösteren resmi bir mektubu Norveç Nobel Komitesi’ne sundu. Ancak mesele kişisel tutkunun çok ötesinde ve gerçekte barışla hiç........
© sendika.org
