A. Öcalan’ın Marx’ı ya da gerçek Marx
Abdullah Öcalan’ın son yayımlamış olduğu “Perspektif” yazısıyla başlayan tartışmalar, Marksizm’e eleştirilerin de dozunu arttırdı. Son 20 yılda Abdullah Öcalan’ın Marx hakkında eleştirileri zaten mevcuttu. Ben burada şimdiye kadar yaptığı tüm eleştirileri değil ama öne çıkan birkaç eleştirisinin, Marx’ın anlattığı bir dünyaya ait olmadığını göstermeye çalışacağım. Yine son zamanlarda ulusal harekete vurmanın kolay olduğu düşünülen konulara ise girmeyeceğim. Marksizm’e dönük eleştirilere verilen sosyal-şoven tandanslı cevapların karşısında Marksist yöntemden ayrılmadan bu konulara cevap verileceğini düşünüyorum.
“Yargıç, elbette ben kendi davam olamam; ama kabul edersiniz ki eleştirmenlerim benim hiç yazmadığım şeyleri bana karşı alıntıladığında bu can sıkıcıdır”
Nekrasov
“Marx’ın zamanında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı, bu nedenle onu suçlayamayız. Marx sınıflarla başlatır tarihi.”
A. Öcalan
Bu alıntıdan başlamak doğru olacaktır. Bu yaklaşım, Marx ve Engels’in zaten kendisini düzeltmiş olduğu gerçekliği bilinçli ya da bilinçsiz olarak atlamaktadır. Marx tarihi sınıflar savaşı ile başlatmış olsaydı eğer binlerce yıllık komünal toplumları da böyle görmemiz gerekirdi. Ancak bu bilindik yanlışın kökü Komünist Parti Manifestosu’na uzanmaktadır.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir.” Komünist Parti Manifestosu’nun “Burjuvalar ve Proleterler” başlığının giriş cümlesi. Ama çoğumuzun yaptığı gibi dipnotlar, önsözler atlanılarak okunmaya başlandığında bu Marx-Engels’e geldiğinde kritik hatalara yol açabilir. Bu alıntı da bunlardan birisidir.
Engels bu konuya dair zaten Komünist Parti Manifestosu’nda şu dipnotu eklemiştir: “Yani, tüm yazılı tarih. 1847’de, toplumun tarih öncesi, kayıtlı tarihten önce var olan sosyal örgütlenme, neredeyse hiç bilinmiyordu.” (Komünist Parti Manifestosu Engels- dipnotlar)
İlginçtir ki “Perspektif” yazısında aynı kalıp -yazılı tarih vurgusu dahil- A. Öcalan tarafından da kullanılmıştır: “Sonuçta benim düşüncem bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir. Yazılı tarih özellikle.”
Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. (Abdullah Öcalan-Perspektif)
Bu konuyu açıklamak üzere Bese Hozat şunları diyor:
Tarihin ilk çelişkisi kadın-erkek arasındaki çelişkidir. İlk toplumsallık, kadın etrafında gelişen toplumsallıktır ve bu da dönemin komünal yaşamıdır. Önder Apo, sınıf çelişkisini inkar etmiyor; tarihsel sürecin bundan ibaret olmadığını ve daha derin çelişkilerin de olduğunu söylüyor.
Tarihin ilk çelişkisi üzerine Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’ne baktığımızda şunu göreceğiz:
Bugünse şunu ekleyebilirim: Tarih sahnesine çıkan ilk sınıf karşıtlığı, erkek-kadın karşıtlığının tek eşli evlilikteki gelişimiyle, ilk sınıfsal baskı da, kadın cinsinin erkek cinsi tarafından baskı altına alınmasıyla çakışır.
…
Bir başka deyişle, dönemin toplumunun âdetine göre, erkek aynı zamanda yeni yiyecek kaynağının, yani hayvanların ve sonrasında yeni emek aracının, yani kölelerin sahibiydi. Ne var ki, aynı toplumun âdetine göre, çocukları onun mirasçısı olamazdı.
Buradan sonraki ailenin evrimi, miras hakkının kömünden aileye geçişi, daha sonra da aile biçimlerinin değişimi ve hayatın her alanında (aile içi dahil) kadının tarihsel yenilgisi gerçekleşiyor.
Ana hukukunun yıkılması kadın cinsinin dünya ölçeğindeki tarihsel yenilgisiydi. Erkek evde de dizginleri eline aldı, kadın alçaltıldı, esaret altına alındı, erkeğin keyfinin kölesi ve basit bir çocuk yapma aleti oldu. Kadının (özellikle Kahramanlar Çağı’nın ve daha önemlisi Klasik Çağ’ın Yunanlarında açıkça görülen) bu alçaltılmış konumu adım adım yaldızlandı ve perdelendi, hatta yer yer daha hafif bir biçime büründürüldü, ama kesinlikle ortadan kaldırılmadı. Erkeklerin böylece kurulmuş bulunan tek başına egemenliklerinin ilk sonucu, kendisini, bu noktada ortaya çıkan ara aile biçimiyle, yani ataerkil aileyle gösterir.
Komünal toplumların son evresinde başlayan işbölümü, kadın-erkek, kafa-kol ve daha sonraları kent-kır arasındaki çelişkileri de derinleştirmiş, maddi yaşamın üretim ve yeniden üretim koşullarında köklü değişikliğe sebep olmuştur.
Tüm bu çelişkileri içinde barındıran, kendisi de aile içindeki doğal iş bölümüne ve toplumunun birbirinden ayrı ve birbirine karşıt ailelere bölünmesine dayanan iş bölümü, aynı zamanda, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da işin ve onun ürünlerinin bölüşümünü, daha doğrusu eşitsiz bölüşümünü; yani, rüşeym halini, ilk biçimini şimdiden, kadının ve çocukların evin erkeğinin kölesi olduğu aile içinde gördüğümüz mülkiyeti de içinde barındırır. Aile içindeki, elbette bu henüz çok kaba, gizli kölelik, ilk mülkiyettir ve bu mülkiyet, daha bu aşamada bile, mülkiyeti başkalarının işgücü üzerinde hak sahibi olmak olarak tarif eden modern iktisatçıların tanımına eksiksiz uymaktadır. Üstelik, iş bölümü ve mülkiyet, özdeş ifadelerdir: Birinde faaliyet bağlamında söylenen şey, ötekinde faaliyetin ürünü bağlamında söylenmektedir. (Alman İdeolojisi, Evrensel Basım sf. 39)
Haliyle konu bağlamında komünal toplumun çözülüşü, özel mülkiyetin ortaya çıkışı, tek eşli (belki de sadece kadının uyması gereken bir kural olarak) miras hakkının babadan geçmesi için yeni uyarlamalar ve devlet mekanizmalarının anladığımız biçimlere bürünmesi diye devam etmektedir.
Burada “ilk çelişki” vurgusu zaten Engels tarafından da yapıldığını da göstermekti niyetim. Ancak ilk çelişkinin ortaya çıkma koşullarını da yukarıda kısa paragraflarla belirtmeme rağmen daha da derinlemesine incelendiğinde onun da sebebinin üretim, yeni üretim ve üretim kuvvetleri-üretim araçları, artı-ürün üzerinde gerçekleştiğini görmüş olacağız.
Haliyle buradaki sınıflaşmanın kökenlerini arama zorunluluğu zahmetinden kurtulunmuş bir formül ortaya çıkıyor. Abdullah Öcalan’ın ısrarla vurguladığı; komün-devlet arasındaki ikilem, savaş da değil, çelişki de değildi. Yani Marx, Abdullah Öcalan’a göre; “Tarih -yazılı tarih- devlet ve komün arasındasında geçen ikilemdir” demeliydi. Bir bakıma fizikte aranan “her şeyin teorisi” bulunduğu sanılıyor ama bütün bağlarından kopmuş bir gerçeklikte “her şeyin teorisi”.
Eğer tarihi “ezenler-ezilenler, yönetenler-yönetilenler, sömürenler- sömürülenler” genellemeleri yapıp bırakmayacaksak temel şeyler yapmamız gerekir. “Sınıf savaşımı tarihi”nde yani; üretim ilişkileri, sınıflar, ekonomik, toplumsal bir bütün, her tarihsel kesitte bize kendisini farklı göstermiştir. Bunların kendi iç ilişkileri ve çelişkileri, toplumsal-ekonomik konumlanmaları, ilişkileri ve çelişkileri bütünüyle ele alınması zorunluluğu vardır. Efendi-köle, feodal-serf, burjuva-işçiye kadar. Bu değişimler de sınıf savaşımlarıyla açığa çıkmıştır. Tüm bunlar ekonomik, kültürel, siyasal, hukuksal vb. farklılık içindedir. Bu farklılıklar da “devlet-komün” ikiliği içinde silikleşmeyecek farklılıklardır.
Çünkü ilk dönemdeki komünlerde de olduğu gibi birey-komün arasındaki çelişkiler, ürün-birey-komün arasındaki ilişkiler, üretim aracı-aracın mülkiyeti ve kullanımı arasındaki ilişkiler, tüm bunların doğayla ilişkisi açıklanmaya muhtaçtır. Ama bunların sınıf ve sınıflar arasındaki ilişkilerin savaşım ilkesinin gücünü zayıflatıp, bunun yerine başka çelişkileri esas belirleyen haline geçirmeye çalışırsanız, sınıf savaşının esas belirleyen olduğu iddiasından vazgeçerseniz; elinizde tek bir yöntem kalır, aynı devlet-komün ikiliğinde önerildiği gibi, müzakere yöntemi. Mevcut kapitalist devleti yıkan değil, onu demokrasi yoluyla ehlileştiren, onu ehlileştirirken de mevcut kapitalist mülkiyetin sonlanmasını değil, komünlerin gelişmesiyle de bu kapitalist tekelleri boğmak önerilir. Zaten bir kere sınıf savaşını reddiyesi söz konusu olmaya başlandığında kapitalist devlet de yıkılması değil etkisizleştirilmesi gereken bir aygıt haline gelir. Ve bugün çokça dillendirilen “sınıf eksenli politikanın yetersizliği-anlamsızlığı” tekrar edilir.
Sınıf savaşının reddiyesi yapıldığında ya da önemini yitirdiğini anlatılmaya başlanıldığında eldeki yöntem -müzakere yöntemi- tüm tarihe yayılmış olarak anlatılmaya başlanır. Tarihin kırılma anlarındaki sınıf savaşları da buharlaşır. Bunun yerine tabanda gelişen komünler (demokrasi güçleri, demokratik uygarlık bileşenleri) ile yönetici konumundaki devlet arasındaki müzakereler, demokrasi mücadelesiyle geçmiş bir tarihsel anlatı elimizde kalır. Aslında Marx’ın döneminde de ekonomi-politikçilerin yaptığı kapitalizmi başsız-sonsuz ilan eden “nicelikçiler” Abdullah Öcalan’da da komün-devlet arasındaki ikilem anlatısıyla tekrar edilir. Onlara göre de toplumsal evrim kapitalizmde sonunda insana en uygun biçime bürünmüştür. Zaten kapitalist ilişkiler “avcı-balıkçı” ya da adaya düşmüş Robinson örneklerinde olduğu gibi zaten binlerce yıl önce de kuruluyordu. Aynı tarihsel nicelikleştirme devlet-komün ikiliği içinde de kurulmuş oluyor.
Peki neden burjuvazi dahil bu görüş nedeniyle (“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir”) Marx’a yönelik eleştirilerini sunar?
Burada unutulan başka bir gerçeklik daha var. O da şu: “Şimdiye kadar toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir” formülasyonu, Marks’a değil, burjuvazinin kendisine aittir! O yıllarda bile bu görüş burjuvaziye ait olduğu bilinirken, tartışmalar her zaman Marx üzerinden gerçekleşmiştir. Bu görüş burjuvazinin devrimci dönemlerinde dillendirilmesine rağmen daha sonraları hasır altı edilmiştir. Hatta bu görüşün aynısını savunan F. Guizot daha sonra Marx’ı da Paris’ten sürgün edenlerin başında gelmektedir. Burjuvazi bu görüşten kaçmıştır çünkü Komünist Parti Manifestosu yayımlandığı tarihten sonra Avrupa’da 1848 devrimleri gerçekleşmiş, bu sefer proletarya ile dönemin burjuvazisi karşı karşıya gelmiş, burjuvazinin “tahtı” tüm Avrupa’da sarsılmıştır. Burjuvaziye özgü tutarsızlık hemen bu konuda da kendisini göstermiştir.
Asıl sorulması gereken şey, neden bu tartışmanın burjuvaziyle değil de Marx ile gerçekleştirildiğidir… Buna da küçük bir cevap vermemiz gerekir.
O dönemin ütopik sosyalistleri dahil, mülksüzler, işçiler, köylüler, burjuvazi ve tüm diğer katmanlar ile feodaller arasındaki savaşa evet diyenler, burjuvazi ve işçi arasındaki sınıf savaşına sıra geldiğinde birden kendi söylediklerini de unuttular hatta kendi söylediklerine de düşman oldular. Burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşına geldiğinde sıra “demokrasiden, toplumsal barıştan” söz etmeye başladılar.
Komünist Parti Manifestosu bu açıdan bile tarihsel bir kırılmayı beraberinde getirdi. Bir kriz tespitinde bulunan Marx, hızlıca bu krizi devrimci biçime dönüştürecek örgütlülüğü sağlamayı hedefledi. Haliyle 1848 devrimleri geldiğinde, çelişkiyi “işçi sınıfı ve burjuvazi” olarak ortaya koyan, savaşı da buradan yükselten bir mekanizmaya karşı da tutarsız burjuvazi, kendi söylediği sözden caydığı gibi kendi demokrasisinden de caydı.
Burjuvazinin gericileşmesiyle beraber, devrimci misyonunu gerçekleştirme sırası proletaryaya geldiğinde burjuvazi tarafından “sınıf savaşı” kaşla göz arasında tarihe karıştırılmıştır. Bu sefer de kendi görüşlerinin yanlışlığını kanıtlamak için ısrarlı bir şekilde Marx’a “eleştirilerini” sunmuşlardır. Çünkü Marx basitçe söylemek gerekirse; hem kendisinden önceki........
© sendika.org
