menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

II. Dünya Savaşında Naziler ve Türk ırkçıları: Destek ve aşağılama

16 0
01.02.2025

I. Dünya Savaşı sonunda aralarında Osmanlı Devleti de olan klasik imparatorlukların yıkılmasıyla başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada milliyetçilik rüzgarları şiddetlendi, buna bağlı olarak da saldırgan ırkçı akımlar giderek önem kazandı. Tarihsel süreçte antik Yunan ve Roma’dan başlayarak diğer etnik grupları “barbar” tanımı altında aşağılama süreci 16. yüzyılda Avrupa kaynaklı “keşiflerin” başlamasıyla derinleşti, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bilimsel bir kisveye büründü. Bu süreçte insan grupları arasında deri rengi gibi gerçek ve kafatası şekli gibi hayali farklılıklar öne çıkarılarak bir ırklar hiyerarşisi yaratıldı. Burada temel argüman “üstün ırk” bireylerinin diğerlerinden yetenek ve yaratıcılık olarak daha gelişkin olduğu idi. Bu değişmez özelliğin “mantıki” sonucu da üstün ırkların diğerlerinden daha fazla kaynaklara erişme gücüne ve dolayısıyla hakkına sahip olmasıydı. Bu kaynakların başında da toprak gelmekteydi.

20. yüzyıl emperyalist kaynak paylaşım mücadelesinde “ileri giden” ve geç kalan “gelişkin” ülkelerin hakim sınıflarının I. Dünya Savaşında kendi halklarını birbirlerine boğazlatmasıyla açıldı. Birliğini çok geç tamamlayıp sofraya sonradan gelen Almanya’nın yirmi sene sonraki girişimi ise tarihin gördüğü en büyük kan banyosuna neden oldu. I. Dünya Savaşından yenilgiyle çıkan Almanya’nın kapitalistleri ülkelerine dayatılan aşağılayıcı Versailles Antlaşması ile ülkelerinin savaş sonrasındaki emperyalist paylaşım mücadelesinde çok gerilere düştüğünü ve mevcut statükonun önlerine aşamayacakları engeller koyduğunu gördüler. Bu durum ülkedeki gelişkin ve mücadeleci işçi sınıfına karşı duyulan korkuyla birleşince ülkede faşizmin gelişmesine oldukça elverişli bir ortam oluştu.

1919 yılında kurulan Alman İşçi Partisi (Deutsche Arbeiterpartei) isimli küçük bir grup aşırı milliyetçi savaş sonrasında devlet tarafından potansiyel sorun çıkarıcı olarak görüldü, içlerine sızması için de ajan olarak eski onbaşı (kendi ifadesine göre subay)[1, s.213] Adolf Hitler gönderildi. Ancak Hitler buradaki kişileri kendi düşüncesine yakın gördü, belagatıyla üyeleri etkileyerek partiye önce üye, sonra da başkan oldu. Partinin sadece adı işçi sınıfını çağrıştırıyordu, birkaç yıl sonraki eylemlerinin en önemlisini ise işçi sınıfı hareketine karşı sokak kavgaları oluşturacaktı. Partinin sosyalist ve anti-kapitalist vurgusu da sadece ülkenin çok güçlü işçi sınıfının kafasını karıştırmaya ve işçiler arasında taban bulmaya yönelikti. Bu amaç doğrultusunda parti 1920’de adını Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei (NSDAP) olarak değiştirdi.

Mussolini önderliğindeki İtalyan faşistlerinin 1922’de Roma üzerine yürüyüp iktidarı ele geçirmeleri Hitler’in bir sonraki yıl gangster yöntemleriyle Bavyera eyaletinin yöneticilerini bir birahanede rehin alıp darbe girişimi yapmasına ilham kaynağı oldu. Başarısız kalan bu girişim sonucunda Hitler beş sene ceza alıp hapse atıldı, ancak dokuz ay sonra Aralık 1924’de hapisten salıverildi. Hapisliği sırasında Nazizmin rehber kitabı sayılabilecek Kavgam’ı [1] yazdı. Kitapta Yahudiler gibi “aşağı ırk” mensuplarını fiziki olarak yok ederek veya sürerek mallarına el koymaya yönelik ifadeler bulunuyordu. Bundan başka solu ve sendikaları ezerek sınıf mücadelesini yok etmek, genişleme savaşına özel bir övgü ve fethedilecek yeni topraklar üzerindeki halkları köleleştirip ücretsiz çalıştırmak gibi Alman kapitalistleri için cazip öneriler de yer alıyordu. Bu durum süreç içinde Alman büyük sermayesinin tamamına yakınının Nazi destekçisi haline gelmesine yol açtı. Bunların içinde en büyüklerden silah üreticisi Alfried Krupp II. Dünya Savaşı boyunca Nazi partisinin aktif bir üyesi oldu, insanlığa karşı işlediği suçlardan ötürü de savaş sonundaki Nürnberg Mahkemesinde yargılanıp 12 yıl ceza aldı. Yine en büyüklerden Fritz Thyssen Nazi partisinin aktif bir üyesi ve finansörlerinden biri oldu ve bunun karşılığında milletvekilliği ile ödüllendirildi, ancak 1930’ların sonunda partiyle yollarını ayırdı ve hapse atıldı. Kömür, çelik ve diğer alanlarda faaliyet gösteren büyük bir kapitalist grubun sahibi olan Friedrich Flick yine insanlığa karşı suçlardan Nürnberg Mahkemesince cezalandırıldı. SS (Schutzstaffel) ve SA (Sturmabteilung) üniformalarını tasarlayan Hugo Boss, BMW’nin sahiplerinden Günther Quandt da Nazi partisi üyesi ve finansal destekçisi olan kapitalistlerdendi. II. Dünya Savaşı sırasında bu kişilerin şirketleriyle birlikte Alman kapitalizminin tamamına yakını işgal edilen topraklardan getirilen kişileri ve savaş esirlerini köle işçiler olarak işyerlerinde zorunlu çalışmaya mecbur tuttular.

Hitler’e göre ırk hiyerarşisinin en üstünde “Efendi Irk” (Herrenvolk) olarak Cermenler bulunuyordu. Aşağı ırklara (untermenschalt-insan) düşen ise belli durumlarda fiziken yok edilmek, belli durumlarda da Alman hakimiyetine giren topraklardan sürülmek veya bu topraklarda köle işçiler olarak çalışmak idi. Ancak bu yüce gönüllülüğün bahşedilmesi için küçük bir şart vardı: Bu ırkların işgal ettikleri toprakların ve kaynakların yönetiminin tamamen Alman devletine bırakılması. Diğer bir deyişle Hitler’in şahsında Alman faşizmi kendisini benzeri görülmemiş bir kapitalist sömürü aygıtı olarak kurgulamıştı.

Doğuda Alman hakimiyetinin ilk aşaması Friedrich Ratzel’in 1901’de geliştirdiği Lebensraum (Yaşam Alanı) kavramının hayata geçirilmesi olarak planlandı. Orijinal hali savaştaki ırkçı saldırganlıktan oldukça uzak olan bu kavram Nazilerin Sovyetler Birliğine saldırmadan önce geliştirmeye başladıkları Generalplan Ost (Doğu Genel Planı) isimli katliam ve sürgün planına temel oldu. Buna göre Sovyetler Birliği’ne saldırı Polonya’dan başlayarak Doğu Avrupa’daki “aşağı ırkların” bazılarının fiziki imhası, bazılarının da Uralların doğusuna sürülmesini içeriyordu. Plan boşalan “yaşam alanlarında” da Alman kolonilerinin kurulmasını öngörüyordu.

Naziler amaçlarını gerçekleştirmek için ittifak arama ve propaganda faaliyetlerine olağanüstü bir önem verdiler. İşgal altında olan ve olmayan ülkelerde sürekli olarak kendilerine işbirlikçiler aradılar, bunları bulmakta da fazla zorlanmadılar. Bu işbirlikçilerin önemli bir kısmı ülkelerdeki faşist akımların temsilcisi parti ve örgütler idi. Sokak gücüne dayalı, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen ve “pleb faşizmi” olarak nitelendirilebilecek bu gruplardan başka politik yelpazenin değişik yerlerinde yer alan parti, örgüt ve kişilerle bir kısım basın Naziler tarafından kendi propagandalarını yapmaya veya en azından tarafsız kalmaya ikna edildiler. Bu süreçte bolca Alman Markı kullanıldı.

Rüşvete bulaşmanın ahlaki sorunları bir yana, bu ilişki çeşitli ülkelerdeki faşist ve ırkçı akımlar için ideolojik bir sorun oluşturuyordu, çünkü tanım gereği ırkçılık sübjektif, hiyerarşik ve şiddete yatkın bir kavramdır. Her milletin ırkçısı kendi ırkının diğerlerinden üstün olduğunu vurgular, elinden gelmese bile diğer ırkları boyunduruk altına alma ve belli durumlarda yok etme “ülküsüne” yatkındır. Diğer bir deyişle ırkçılık genel olarak diğer ırkçılarla işbirliğini değil, onları aşağılamayı, boyunduruk altına almayı ve köleleştirmeyi çağrıştırır. Ancak bu durum gerçek hayatta zamanın “üstün ırkına” veya onun ideolojik malzemesine hayranlığı ve öykünmeyi dışlamaz. Örneğin, 1930-40’larda çıkan Bozkurt, Ergenekon ve Gökbörü gibi Türk ırkçısı dergilerin kapaklarında Nazi marşı Deutschland über alles’den (Herşeyin üzerinde Almanya) ilhamla “Her ırkın üzerinde Türk ırkı” yazısı bulunuyordu.

Irklararası düşmanlık öğretilerine rağmen II. Dünya Savaşı ortamındaki cepheleşme ırkçı ülkeler ve hareketler arasında ittifakı zorunlu kıldı. Mihver ülkeleri (Almanya, İtalya ve Japonya) kendi aralarında anlaşmakla kalmadılar, çeşitli ülkelerden ırkçıları da bu işbirliğine hizmet eder hale getirdiler. Aslında Generalplan Ost gibi gizli belgeler istisna olmak üzere Nazilerin niyetleri hiçbir ülke ırkçısı için sır değildi. Örneğin, Hitler Kavgam’da diğer ırkları nasıl aşağı gördüğünü ve ayrıntıya girmemekle beraber bunlar için gelecekteki planlarını hiçbir şüpheye yer olmayacak şekilde açıklıyordu. Nazilerin diğer teorik metinlerinde de bu anlayış ve niyet açıkça belliydi ki, bunların arasında hareketin ideologu sayılan ve savaş sonunda idam edilen Alfred Rosenberg’in The Myth of the 20. Century (20. Yüzyılın Miti) [2] adlı kitabı öne çıkmaktadır. Bu çok satan kitapta Rosenberg diğer etnik gruplarla birlikte Türkleri de aşağılayıcı ifadelere bolca yer vermekteydi. Tüm bunlara rağmen Nazilerin cömert maddi destekleri Türk ırkçılarıyla bir kısım basın ve politikacılar arasında hiçbir ideolojik ve ahlaki kaygı duyulmadan kabul edildi. Bunlarla ateşlenen Nazi hayranlığı Türkiye’de geniş bir kesimi etkiledi, bu etki çeşitli yayın organlarında kendini açıkça belli etti.

Savaş sonrasında da Nazilerin Türkiye’deki faaliyetlerini ve işbirlikçilerini gösteren çeşitli belgeler ortaya çıktı. Bunların en önemlilerinden biri Müttefiklerin dünya kamuoyuna açtıkları Almanya Dışişleri Bakanlığının gizli yazışmalarıdır (Akten zur deutschen auswärtigen Politik – ADAP). [3] Diğer bir önemli belge de savaştan sonra Nazi elebaşlarının yargılandıkları Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkeme kayıtlarından müttefiklerce üretilen belgelerdir (Nazi Conspiracy and Aggression – Nazi Suçları ve Saldırganlığı). [4] Bu makalede başta bu iki kaynak olmak üzere açığa çıkmış belgelerden ve dönemle ilgili diğer kaynaklardan hareketle Nazilerle Türk ırkçılarının ilişkileri incelenecek, savaş sonrasında ABD’ye kapılanan Nazi artıklarının Soğuk Savaşta Türk ırkçılarını eğitip örgütlemesine değinilecektir.

Osmanlı döneminde toplum örgütlenmesi genel olarak milliyet esasına göre olmasına rağmen zamanın “milliyet” kavramı günümüzdeki anlamından farklıydı. Günümüzde kullanılan Batı kökenli milliyet kavramı etnik köken, dil ve tarih birliği gibi unsurları içermesine rağmen Osmanlıda bunlara ek olarak din veya mezhep aidiyeti de milliyeti belirleyici bir unsur olarak kullanılıyordu. Örneğin, Ortodoks ve Katolik Ermeniler ayrı milletler olarak kabul ediliyordu. Buna bağlı olarak da ırk Osmanlıda fazla anlamı olmayan bir kelimeydi. Dolayısıyla ırkçılık da bilinen bir kavram değildi. Zaten padişahların anneleri değişik etnik gruplara mensuptu.

Çok-milletli Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında ülke içindeki her etnik gruptan aydının en önemli mesaisi çürüyen devleti çöküşten kurtarmak haline geldi. Bunun için de çeşitli yollar önerildi. Rusya doğumlu bir Tatar olarak Türkçülük akımının önderlerinden Yusuf Akçura 1904 yılında yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset [5] isimli ünlü makalesinde bu dönemdeki havayı yansıtmaktadır. Buna göre İmparatorluğu kurtarmak için yeni bir Osmanlılık ideolojisi yaratmak mümkün değildir, zira Osmanlı tebası bunu istemediğini çok uzun zamandan beri göstermektedir. Akçura’nın bu amaç için düşündüğü diğer iki siyaset tarzı hakim ulus (Türk) milliyetçiliği ve dindir. Akçura bunlar arasında belirgin bir tercih yapmaz ve makalesini kendi kendisine sorduğu şu soruyla bitirir: “Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?” [s.36] Bu sorunun yanıtı çok geçmeden belli olur: Müslüman Arapların I. Dünya Savaşında Osmanlıya isyanları ve 1910’da başlayıp Müslümanlarla Hıristiyanların birlikte gerçekleştirdikleri Arnavut isyanının 1912’de bağımsızlıkla sonuçlanması dinin İmparatorluğu yaşatmakta herhangi bir yararının olamayacağını açıkça gösterir. Geriye kalan ise Akçura’nın aynı broşürdeki ifadesiyle şudur:

“Her ne kadar Garbın tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de (…) bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur.” [s.34]

Garbın tesiriyle Türk milliyetçiliğinin doğuşu ise asıl olarak İmparatorluk sınırları içindeki Türk kökenli aydınlar tarafından değil, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmed ve Zeki Velidi Togan gibi Rusya’da doğup eğitimlerini orada alan ve bu yönleriyle Batı’yı daha yakından takip eden kişilerin faaliyetleri ile gerçekleşir. Coğrafi ve sosyal konumu nedeniyle İmparatorluğun Batıya açılan kapısı sayılan Selanik’de 1910’da yayınlanmaya başlayan Genç Kalemler dergisi yazarlarından Anadolu doğumlu Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin de Türk milliyetçiliğinin kurucuları arasında sayılırlar.

Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1914’de I. Dünya Savaşına katıldı. Asıl olarak Alman hayranı Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın gayretleriyle gerçekleşen [50, s.42] bu oldu-bittiden hemen sonra yönetimdeki İttihatçılar tamamen kontrolleri altındaki Halife-Padişah Mehmet Reşad’a cihad çağrısı yaptırdılar. 14 Kasım’da okunan çağrı Alman komutasındaki Osmanlı gemileri Yavuz ve Midilli’nin Rus limanlarına saldırısından söz etmeyip Rusya’yı “talim yapan” Osmanlı gemilerine saldırı ile suçluyor ve tüm dünyadaki “üç yüz milyon Ehl-i İslam” İmparatorluk ve Almanya yanında cihada çağrılıyordu. Ancak bu çağrı İmparatorluk içinde ve dışında ciddiye alınmadığı gibi çürümüş İmparatorluğun beklenen çöküşüne çare olmadı.

Yeni kurulan devlet kaçınılmaz olarak Türk milliyetçiliği temelinde yükseldi. Ancak Mustafa Kemal önderliğindeki kurucu kadro genellikle Rusya kökenli Türk milliyetçilerinin rağbet ettiği tüm dünyadaki Türkleri tek bayrak altında toplamaya yönelik maceracı ve imkansız Pantürkist düşüncelere kapılmadı. I. Dünya Savaşından mağlup çıkan İmparatorluğun komutanı Enver Paşanın Orta Asya’da yeni bir Türk-İslam devleti kurma macerası da buna etkili olmuş olmalıdır. 1920’lerin başında Sovyetler ile işbirliği yapıp sonra onlarla savaşa giren Enver Paşanın yaşamı 1922’de Kızılordu kurşunlarıyla son bulmuştu. Bu ham hayaller yerine yeni ülke Osmanlı bakiyesi Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki otoriter yönetim millet inşası sürecinde ırkçı sayılabilecek bir siyaset izlemesine rağmen saldırgan ve yayılmacı bir milliyetçilik düşüncesinin toplum hayatına girmesine izin vermedi.

Ancak bu dönemdeki millet oluşturma sürecinde zamanın ırkçı rüzgarlarına uygun olarak bütün ırkların Türk ırkından geldiğini savunan kraniyoloji (kafatası bilimi) soslu Türk Tarih Tezi ve bütün dillerin Türkçeden geldiğini savunan Güneş-Dil Teorisi geliştirildi. Bilimsel bir dayanaktan yoksun oldukları için kısa bir süre sonra unutulan [27, s.346-347] bu tezler sonraları belli ölçülerde etkinlik yaratacak ırkçı bir neslin oluşmasına yol açtı. Özellikle Nazilerin 1933’de iktidara gelmesinden cesaretlenen ve aşağıda görüleceği gibi sonraki yıllarda Nazilerden doğrudan veya dolaylı destek alan sivil ve resmi görevli ırkçılar Alman çıkarları doğrultusunda Pantürkist ve yayılmacı bir siyaset tarzını benimsediler. Ancak tamamına yakını asker ve sivil olarak Osmanlı devletinde üst kademelerde görev almış olan Cumhuriyet yöneticilerinin belleklerinde I. Dünya Savaşına katılmak “koca İmparatorluğun kumarda kaybedilmesi” olarak derin izler bırakmıştı. Bu nedenle özellikle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün belirleyiciliğiyle II. Dünya Savaşında aktif bir tarafsızlığı da içeren “ne pahasına olursa olsun savaşa girmeme” siyaseti izlendi. Savaştan kaçınmanın diğer bir nedeni de ülkenin ekonomik ve askeri yönden zayıflığı idi. [49, s.335] Ancak askeri zayıflık zamanla tarafsızlık politikası için bir koz haline geldi. Zira bu durumun değişmesi için Türkiye’nin yaptığı yüksek miktardaki silah taleplerini sıcak savaşın içindeki iki taraf da karşılayabilecek durumda değildi.

Kısmen tarafsızlık politikası gereğince, kısmen de savaşan tarafların ülkeyi kendi taraflarında savaşa çekmek için uyguladıkları bunaltıcı baskı nedeniyle bu dönemde İngiltere-ABD yanlısı liberallerle Almanya yanlısı ırkçı-faşistlerin faaliyetleri konusunda esnek bir tutum izlendi. Bu faaliyetler günlük siyasi gelişmelere göre bazen desteklendi, bazen göz yumuldu, bazen de engellendi. Irkçılardan resmi görevde olanlar ise Nazileri hoş tutmak için önemli ölçüde desteklendi. Bu esnek politika Nazi destekçisi ırkçı-faşist dergilerin sayısının önemli derecede artmasına yol açtı. Bu dergilerin çok az miktardaki satışları yayın hayatlarını sürdürmeye yeterli değildi. Bu nedenle bazen Nazilerden, bazen de Türk resmi makamlarından reklam, kağıt, abonelik ve bazen de el altından nakit desteği gördüler. Bunlardan doğallıkla en bariz olanı reklam desteği idi. Kağıt da çok önemli bir destek unsuruydu, çünkü kağıt sıkıntısı çeken Türkiye bu gereksinmesini büyük ölçüde Almanya’dan temin ediyordu. [7, s.156] Bu ortamda gazeteler tek yaprak olarak çıkarken Nazi yanlısı Cumhuriyet ve Tasvir bazen sekiz, bazen oniki sayfa çıkıyordu. [26, s.386] Nazilerin dolaylı yoldan veya doğrudan kendi ideolojilerini yayıp savaştaki başarılarını yayan ırkçı-faşist dergilere de kağıt desteği yapmamaları için bir neden bulunmuyor. Bu dergilerin zamanın şartlarına göre bol olan sayfa sayıları da bu konuda bir gösterge sayılabilir. Dergiler bu avantajla savaştan bir önceki yıl olan 1938’ten itibaren hızla çoğaldılar. Aşağıda bu yayın organları kuruluş yıllarıyla birlikte gösterilmektedir. Bazıları ikinci defa yayınlanmıştır.

1931: Atsız Mecmua

1933: Orhun, Milli İnkılap

1938: Ergenekon, Milli Birlik

1939: Bozkurt, Kopuz, Türklük

1941: Çınaraltı

1942: Bozkurt, Doğu, Gökbörü, Millet, Tanrıdağ, Türk Amacı

1943: Kopuz, Türk Sazı, Orhun

1945: Bucak, Türke Doğru

Devletin tüm siyasi hareketler üzerindeki bunaltıcı baskısı bazen ırkçı-faşist dergilere de uğradı. Bunlardan bazıları savaşan taraflar arasındaki dengeyi gözetmek amacıyla ve hızla değişen siyasi şartlara göre resmi makamlar tarafından geçici olarak kapatıldı. Ancak ırkçı-faşist dergilerde reklamlar vasıtasıyla devlet desteği belirgindir. Örneğin Bozkurt dergisi Ziraat Bankası ve Türkiye İş Bankası tarafından reklamlarla desteklenmişti. İşbankın yarı-özel bir statüsü olmasına rağmen resmi makamların onayı olmadan reklam desteği sağlaması olası değildir. Doğu dergisi bu iki bankaya ek olarak yine bir kamu bankası olan Etibank reklamlarını içeriyordu. Bu dergide önemli bir özellik olarak AEG ve Bayer gibi Alman şirketlerinin reklamları da yer alıyordu ki, Bayer Nazi toplama kamplarında milyonlarca kişiyi katletmek için kullanılan Zyklon B gazını üreten ve köle işçi çalıştıran IG Farben şirketinin bir iştiraki idi. [48, s.21] Günümüzden farklı olarak savaş ortamında Almanya dışında faaliyet gösteren Alman şirketleri doğrudan Almanya elçiliklerinin kontrolu altındaydı. Dolayısıyla Elçiliğin beğenmediği yayın organlarının aşağıda anlatılacak “teşviklerden” yararlanma şansı yoktu. Ergenekon dergisi İşbank ve Türk Hava Kurumu, Gökbörü dergisi İnhisar (Tekel) Likörleri, Çınaraltı ise Ziraat Bankası, İşbank ve Milli Piyangoya ek olarak Bayer ile Signal dergisininden reklam alıyordu. Signal Nazi ordusunun resimli propaganda dergisi olup savaş süresince Türkçe dahil otuz dilde yayınlanmıştır.

Papen 1932-33 yıllarında Almanya’da Başbakanlık görevinde bulunmuş eski bir subaydı. I. Dünya Savaşına katılmış, önce Batı cephesinde, savaşın son iki yılında da Osmanlı ordusu ile birlikte Filistin ve diğer Ortadoğu cephelerinde savaşmıştı. 30 Ocak 1933’de Hitler’in Başbakanlığa atanmasından sonra yaklaşık bir buçuk yıl süreyle de Başbakan Yardımcısı olmuştu. Haziran 1934’de Hitler’in Nazi partisindeki bazı unsurlarla Papen’in üç yardımcısını da katlettirdiği Uzun Bıçaklar Gecesi’nden sonra kısa bir süre gözaltında tutulmuştu. Sonradan Türk ırkçılarının büyük dostu olacak Papen bu olaydan yaklaşık yirmi yıl önce Filistin cephesinden bir arkadaşına gönderdiği mektupta şunları yazmıştı:

“Siz, Türklere ait bir Türkiye’den, Yunanlara ait bir Yunanistan’dan, Sırplara ait bir Sırbistan’dan söz ediyorsunuz. Oysa bence, sizin düşüncenizin tam tersine, bu uluslar Almanya’ya tabi devletler olmalıdırlar.” [7, s.88]

1934’de Hitler Papen’i Avusturya Büyükelçiliğine atadı. Almanya’nın 1938’de Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra işsiz kalan Papen’i Hitler bu kez Türkiye Büyükelçiliğine atamak istedi. Papen konusundaki istek Almanlar tarafından Ekim başında Türk makamlarına iletildi, ancak hasta yatağındaki Cumhurbaşkanı Atatürk savaş alanlarında yakından tanıdığı ve kendisinden hoşlanmadığı Papen’in bu atanmasına karşı çıktı. [7, s.51] Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı İnönü Papen’in Büyükelçiliğine itiraz etmedi. Bunun üzerine yeni Büyükelçi Nisan 1939 sonunda Ankara’ya gelip görevine başladı.

Papen Ankara’da bulunduğu yaklaşık beş yıl boyunca aldığı talimat gereği Türkiye’nin Almanya yanında savaşa girmesini, bunun mümkün olmadığı durumda da tarafsız kalmasını amaçladı. Bunlardan birincisi için Sovyetler Birliğindeki Türk kökenli nüfusu öne sürerek bir yandan yerel ırkçılarla sıcak ilişkiler kurdu, diğer yandan bunlar aracılığıyla devlet kademesinde yayılmacı maceralara eğilim oluşturmaya çalıştı. Aşağıda görülebileceği gibi bu kapsamda Papen’in faaliyetleri resmi görevli ve pleb faşisti Türk ırkçılarının maddi ve ideolojik yönden desteklenerek ülkede bir tür Alman hayranı beşinci kol oluşturma etrafında şekillendi. Bunlar da Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi için kullanıldı. Her ne kadar bu çabalar Türkiye’nin savaşa girmesine yetmediyse de, bu dönemde Papen eliyle beslenip örgütlendirilen ırkçı-faşist hareket Soğuk Savaş sırasında varlığını sürdürüp ABD çıkarları etrafında yönlendirilen sol karşıtı bir sokak gücü haline geldi. Bu devamlılık da 1944 Irkçılık-Turancılık davasında yargılanıp Soğuk Savaşta ABD’de eğitilen Alpaslan Türkeş’in şahsında gerçekleşti.

Günümüzün tersine 20. yüzyılın ortalarında ırkçılık utanılacak birşey değildi. Irkçı hareketler ve kişiler açıkça kendilerinin ırkçı olduklarını söyleyip bu yönde propaganda yaparlardı. Tüm dünyada ırkçılık ve faşizm rüzgarlarının çok güçlü olduğu bir ortamda bu durum Türkiye’nin yönetici sınıflarına da yansıyordu. Bunların tamamı olmasa bile çoğunluğu günümüzün ölçüleriyle ırkçı-faşist olarak niteliklendirilebilecek durumdaydı. Örneğin, bir dönem İktisat Vekilliği görevinde bulunan Mahmut Esat Bozkurt’un “bu memleketin efendisi Türk’tür, öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmatır, köle olmaktır” sözleri dönemin ruhunu yansıtıyor. Fakat yöneticilerin çoğu için bu durum yabancı güçler tarafından maddi yönden “desteklenmeye” herhangi bir engel oluşturmuyordu. Irkçı-faşist hareketler ise maddiyattan öte ideolojik gıdalarını örtülü veya açık bir şekilde Nazilerden alıyorlardı.

Alman Dışişleri Bakanlığının resmi yazışmalarında savaş sırasında Türk ırkçılarına, siyasetçilerine ve gazetecilerine verilen destek ve rüşvet konusunda çok sayıda belge bulunuyor. Bu belgeler diplomatik ve resmi bir dil taşıdıkları için doğallıkla yapılan işlerin çoğu üstü kapalı ve öznesiz bir şekilde belirtiliyor. Ancak samimi bir dille yazılmış veya böyle bir ortamda kaydedilen bazıları Nazilerin ülkeyi ve kendileriyle irtibatta olan Türkiye vatandaşlarını nasıl gördükleri hakkında bir fikir veriyor, Türk faşizminin gelişme sürecine ışık tutuyor. Bunların en aydınlatıcılarından biri savaş sonunda idam edilen Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’un özel treninde gerçekleştirilen ve Ankara’daki Büyükelçilikte görevli diplomat Hans Kroll’un da katıldığı bir toplantı hakkında. [3, ADAP 61/40 185-88, Serie D: Band XIII.1, Belge No:236] 24 Ağustos 1941 tarihli bu belgeye göre Ribbentrop toplantının bir aşamasında Türkiye’de herkesin satın alınabileceğini söylüyor, ancak katılımcılardan birisi (belgede pek belirgin olmasa da Türkiye’yi iyi tanıyan Kroll olabilir) buna karşı çıkıp, asıl karar verici olan İnönü’nün hariç tutulması gerektiğini belirtiyor. Ribbentrop da bu görüşe hak veriyor.

Belgelerden Türkiye’nin bu anlamda uluslararası düzlemde “özel bir durumu“ olduğu anlaşılıyor. Örneğin, Sovyetler Birliği ve Almanya henüz ittifak halindeyken Ribbentrop’un Moskova ziyareti sırasında Genel Sekreter Joseph Stalin ve Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotov ile yaptığı toplantının 24 Ağustos 1939 tarihli tutanağına [3, ADAP F11/0019-30, Serie D: Band VII, Belge No: 213] göre Stalin Ribbentrop’a Türkiye hakkında ne düşündüğünü sorduğunda Ribbentrop Türkiye’nin Almanya’ya karşı tavır alan ilk ülkelerden biri olduğunu, bunun da İngiltere’nin Türkiye’de propaganda amacıyla beş milyon Sterlin dağıtmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Stalin bunu duyduklarını, ancak bildikleri kadarıyla meblağın bundan epey daha yüksek olduğunu söylüyor. Diğer bir olayda da Hitler müttefiki Romanya Devlet Başkanı Antonescu ile 11 Şubat 1942 tarihli görüşmesinde İngiliz altınlarının Türkiye’deki milletvekillerinin gelecekteki davranışına nasıl etki edeceğinin belli olmadığını söylüyor. [3, ADAP F2/157-164, Serie E: Band I, Belge No: 245] Türkiye’deki bu özel durum “Propaganda ve Halkı Aydınlatma Bakanı” Göbbels’in bile diline düşmüş. Göbbels savaş sonrasında yayınlanan Günlüklerinde bir nedenle Macarlara kafasının kızdığı 14 Ekim 1939 günü şöyle yazıyor: “Bunların önde gelen insanları bir Türk kadar rüşvet almaya yatkın”. [8, s.1331] Aynı günlüklerin 10 Mayıs 1940 günkü notu da şöyle: “Türkiye’de yetkili kişilerin hepsi Londra taraflısı, çünkü oradan rüşvet alıp vatanlarını satıyorlar”. [s.1428] Ancak 29 Mart 1941 gününün notu durumun “düzelmeye başladığı” yönünde: “Türkiye’de insanlar yavaş yavaş değişiyor. İyi şeyler bekleyebiliriz”. [s.1543]

Savaş sırasında Türkiye’nin dış politikası asıl olarak Numan Menemencioğlu ve Şükrü Saracoğlu tarafından yürütüldü. Saracoğlu 1939’da savaş başladığında Dışişleri Bakanlığı görevindeydi. Almanya ile İngiltere-Fransa ittifakı bu dönemde var güçleriyle Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için mücadele ettiler. Aşağıda anlatılacağı gibi İngiltere ve Fransa bu yarışta öne geçti. Alman DİB belgelerine göre bu dönemde “Saracoğlu kliği” İngiltere’ye eğilimliydi, bu durum da mutlaka değiştirilmeliydi. Bu durum 1940’da Almanların Saracoğlu’nu yerinden etme çabalarına girişmesine kadar gitti. Ancak Papen Bakanlığına bu durumun büyük tepki yaratacağını, çünkü bunun Türklere yabancı müdahalesiyle devlet görevlisi atayıp indiren Osmanlı dönemini hatırlatacağını bildirdi. [3, ADAP 2361/488 078-83 Serie D: Band X, Belge No: 179]

Ancak, nasıl olduysa Alman belgelerinde Saracoğlu’ndan şikayet kısa bir süre sonra yok oldu, yerini uyumlu çalışmaya bıraktı. Saracoğlu Başbakan Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’de aniden ölümüyle Başbakan oldu. Başbakanlığı sırasında ırkçı-Turancı görüşleri ile tanındı. Alman DİB Belgelerinde yer alan ve Başbakanlık görevine başladıktan sonra 27 Ağustos 1942’de tebrik ziyaretine gelen Papen’e söyledikleri ise Nazi canavarlığını bile bastıran cinstendi: “Bir Türk olarak Rusya’nın yok olmasını isterim. (…) Rus sorunu Almanya tarafından yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesi ile çözülebilir ki bunu da Almanya ve müttefikleri halen yapmaktadır.” [3, ADAP 3862/E 045 011-15, Serie E: Band III, Belge No: 238] Savaş sonunda bu ve benzer belgeleri okuyan Sovyet yetkililerinin ne düşündüğü tahmin edilebilir.

Sabiha Sertel Roman Gibi adlı kitabında kitabında “tarihi bir ikiyüzlülüğün vesikası olarak” Saracoğlu’nun Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasından birkaç gün sonra 12 Mayıs 1945’de Meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmayı alıntılıyor. Buna göre Saracoğlu “Sovyetler Birliğinin kahramanlığını” övdükten sonra şöyle diyor: “Biz millet olarak; devlet olarak Alman milletine önayak olanları, hazırlamakta oldukları faciaları, daha hazırlanırken sezdiğimiz gibi, hakkın, adaletin ve zaferin hangi cephede bulunduğunu anlamakta güçlük çekmedik.” [30, s.262-263]

Nazi yanlısı olarak tanınan [6, s.92] Menemencioğlu savaş başladığında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteriydi (Katibi Umumi – Müsteşar). Saracoğlu Başbakan olunca Menemencioğlu da onun yerine Dışişleri Bakanı oldu. Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanlığına getirilmesi Alman Elçiliğinde coşkuyla karşılandı. Öyle ki, Papen 9 Ağustos 1942’de Ribbentrop’a gönderdiği mesajda Menemencioğlu’nun meziyetlerini överek Nazi basınında kendisi hakkında olumlu yorumlar yazılmasını istedi. Ayrıca Papen Menemencioğlu’nun Bakanlık görevine başlamasıyla daha önceden Nazilerce talep edilen Sovyetler Birliği hakkında gizli askeri bilgileri Alman tarafına ileteceğini müjdeledi. [3, ADAP 61/40 729, Serie E: Band III, Belge No: 173] Bu durumu Gehlen de anılarında teyit ediyor. [31, s.64]

Alman DİB belgeleri ayrıca Menemencioğlu için özel bir durumu gösteriyor: Belgelerin tamamına yakınında soyadıyla değil, ilk adıyla bahsediliyor ki, onbinlerce sayfalık belgelerde adı geçen binlerce şahsiyet arasında Menemencioğlu’nun bu durumu tek örnek. Bu, soyadının yazılmasının ve telaffuzunun Almanlar için zor, ilk adının ise kolay olmasına bağlı olabilir. Ancak diplomatik resmiyet gereği bu durum bu konumdaki başka şahsiyetlere uygulanmıyor. “Numan”ın belgelere yansıdığı şekliyle başta Papen olmak üzere Elçilikteki Alman diplomatlarla bir diplomat olarak gereğinden fazla samimi [7, s.241-242] ilişkileri de dikkat çekici. Papen savaştan sonra yazdığı anılarında Menemencioğlu’nu “diplomaside nüanslara olağanüstü derecede hakim olan çok yetenekli bir diplomat” olarak tanımlıyor. [29, s.449]

Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanlığı görevi Türkiye’yi zor durumda bırakan bir olay nedeniyle 15 Haziran 1944’de son buldu. Türkiye İngiltere’ye Montreaux Anlaşması kapsamında Boğazlardan Alman savaş gemilerini geçirmemeyi taahhüt etmişti. Ancak İngilizler içinde sivil kıyafetli askerler olan ve savaş malzemesi taşıyan sivil görünümlü ama askeri amaçlı Alman gemilerinin geçtiğini biliyorlardı. Ayrıca Kassel tipi bu ticari görünümlü gemilerin aslında birer denizaltısavar olduğu İngiltere tarafından kanıtlarla Türk hükümetine önceden bildirilmişti. İngilizlerin baskıları sonunda bunlardan biri durdurulup arandı ve içinde silahlar, radarlar ve asker uniformaları bulundu. [7, s.204-205] Eldeki tüm verilere rağmen inatla Boğazlardan çok sayıda bu tip geminin geçmesine izin veren de DİB Menemencioğlu idi. [3, ADAP 1438/363 753-56, Serie E: Band VIII, Belge No: 69] Bu tarihte Almanya’nın yenileceği belirginleşmiş ve........

© sendika.org