menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türkiye’de sosyalist mücadelenin ana eksenleri üzerine bir giriş çabası

10 0
20.09.2025

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.

Dünya ve Türkiye uzun bir süredir çoklu krizler silsilesinin içinden geçiyor. ABD hegemonyasının uzun süredir yaşadığı aşınma, Trump ile birlikte geri dönülemez bir dönemeç geçilerek yeni bir çağın kapısının aralanmasına yol açtı. Bu çoklu krizler içeren küresel dönüşüm, sadece uluslararası ilişkilerde değil, aynı zamanda ulusal siyaset ve toplumsal dinamikler üzerinde de derin etkiler yaratmaktadır. Türkiye, bu çoklu krizler atmosferinin hem aktörü hem de mağduru olarak, siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda çalkantılı bir dönemden geçmektedir.

2008 sonrası (Türkiye’de 2013 Gezi isyanı ile gerçekleşen) uluslararası isyan dalgasının sönümlenmesi, başarısız devrimleri karşıdevrimlerin izlemesi kuralına uygun olarak, dünya çapında büyük bir gerici dalgayı harekete geçirdi. Bunun sonucu olarak uluslararası ölçekte neofaşist hareketler yükselir; piyasaların küreselleşme eğilimi yerini korumacılığa bırakırken; 1990’larla yükselişe geçen “kimlik politikaları” dünya çapında büyük bir proleterleştirme ve güvencesizleştirme politikalarının üzerini örten bir şal işlevini görürken; iklim krizi ve yoksullaştırmaya paralel göç dalgalarının da etkisiyle, toplumlar çözülmeye başladı. Özellikle de Ortadoğu’da tam anlamıyla kaotik bir parçalanmalar zincirine yol açtı. Günümüzde neoliberalizmden devralınan bu tablo, birçok düşünür tarafından “Yeni Orta Çağ” olarak adlandırılıyor.

Çoktandır gittikçe şiddetlenen bir biçimde geleneksel siyasetin araçları ve dili, toplumsal gerçeklikleri açıklamakta ve dönüştürmekte yetersiz kalırken, merkez partilerin erimesi, siyasetin kutuplaşma üzerinden yürütülmesi ve temsili demokrasi mekanizmalarının işlevsizleşmesi gibi olgular, bu krizin somut tezahürleri olarak karşımıza çıkıyordu. Toplumsal muhalefetlerin alternatif politikalar geliştirmekteki yetersizlikleriyle beslenen süreç, büyük kriz dönemlerinin ana aktörü olan faşizme büyük bir alan açtı. Ekonomide ise kronikleşen enflasyon, düşük ücretler, güvencesiz çalışma ve derinleşen gelir eşitsizliği, toplumun büyük bir çoğunluğunu “geçimlik bir varoluş” mücadelesine hapsetti. Ekolojik yıkımın yarattığı varoluşsal tehdit, dijitalleşmenin getirdiği yeni gözetim ve sömürü biçimleri ile toplumsal cinsiyet ve kimlik temelli çatışmaların derinleşmesi, bu tabloyu daha da karmaşık hale getirmektedir.

Bu dünya atmosferinde, Türkiye’de sosyalist mücadelenin geleceği iç içe geçen iki ana eksen üzerinden biçimlenecek. Bu eksenler, sosyalist hareketin güncel koşullarda kendini yeniden konumlandırması ve etkili bir siyasal aktör haline gelmesi için stratejik bir çerçeve sunmaktadır:

Bugünün Türkiye’sinde faşizme karşı mücadele ve sosyalistlerin bu mücadelede ne ölçüde yer alabilecekleri, oynayabilecekleri olası roller, sosyalist hareketin öncelikli gündemini oluşturmaktadır.

Günümüz Türkiye’si, Ortadoğu’nun yeniden dizaynına yönelik bir emperyal projenin uzantısı olacak bir rejim değişikliği girişimine sahne olmaktadır. Bu emperyal proje, ABD Elçisi Tom Barrack’ın ülkenin DNA’sında yer eden “Osmanlı’nın millet sisteminin Türkiye için en uygun model olduğu” ifadesinde karşılık bulmaktadır. Erdoğan’ın ”Türk-Kürt-Arap kardeşliği” sözleri ya da Öcalan’ın “komünalizm” (toplumculuk) vurgusu ya da DEM Parti Eş Başkanı Hatimoğlu’nun “çok hukukluluk” önerisi aynı ortak paydada buluşabilmektedir. Kısacası, Türkiye’nin “Yeni Orta Çağ”a, dini ve etnik kimlikler eksenli bir toplumsal yapıya dönüşmesiyle dahil olması öngörülmektedir.

Bu projenin sağlam bir önderlik etrafında gelişebilmesi mümkündür, bu nedenle yeniden Erdoğan’ın başkanlığının önü açılırken, anayasal değişikliklerin yanı sıra esas olarak CHP’nin dönüştürülmesi üzerinde mesai harcanmaktadır. DNA’sı bu projeye uygun olmayan CHP’nin, buna uyum sağlayacak bir kıvama getirilmesi, liderliğinin değiştirilmesi, küçültülmesi, bölünmesi, elindeki siyasal enstrümanların (örneğin belediyeler) alınması gibi çok yönlü politikalar içeren bir basınç uygulanması gündemdedir. Dolayısıyla nesnel olarak bugün emperyal projenin ve inşa edilmekte olan yeni faşizm yapılanması karşısındaki en önemli direnç unsurunun CHP olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bugün faşizme karşı mücadelede CHP ile yan yana gelmek bir sorun olmadığı gibi aksine bir zorunluluktur. CHP nesnel olarak ve de seçeneksiz olarak, mücadeleyi zamana yayarak iktidara yönelik bir aşındırma politikası izlemektedir.

CHP’nin bu politikası sosyalistler açısından da uygun bir zemin sunmaktadır. Elbette, CHP’nin mevcut durumunun değişmesi, havlu atması, yenilmesi gibi durumlar bu argümanı tümüyle değiştirebilir. Ancak günümüzde yönünü arayan bir halk hareketliliği mevcuttur ve bugün bu hareketlilik fiili olarak CHP’nin başını çektiği bir yönde kendine kanal bulabilmektedir. Sosyalistler bu olgunun üzerinden atlayarak politika yapamazlar. Burada esas olan CHP’den ziyade, sistemin yeni yönelimlerine ve karşı karşıya kaldığı yaşamsal zorluklara karşı çıkan halk hareketliliğidir. Artık Türkiye toplumunun çoğunluğu, üzerlerine giydirilmek istenen bu deli gömleğine razı olmadığı gibi, buna karşı çıkış kanalları aramaktadır. CHP’nin yürüttüğü çizgi, bu halk kesimleri açısından, mevcuttaki en önemli karşı çıkış kanalı olarak görünmektedir. Öte yandan, sözünü ettiğimiz çoklu krizler karşısında CHP’nin tutarlı politikalar geliştirebildiğini, bunlarla baş edecek halkçı politikalara yöneldiğini söyleyebilmek mümkün değildir. CHP içinde halkın arayışlarına paralel aşağıdan bir dönüşüm basıncı olduğu görülmekle birlikte, CHP’nin yönetim ortamının sistemle iç içe yapısı, neoliberal programdan hala umut besliyor olduğu gerçeği de çıplak biçimde ortadadır.

Bu durumda sosyalist mücadelenin önemi bir kez daha kendini hissettirmektedir. Sosyalistler sadece ana takılmayarak uzun erimde parçalanan toplumsal yapıyı yeniden inşa edecek bir perspektif ışığında güncel mücadeleyi kavramalıdırlar. Çünkü halkın gerçek arayışları anti-kapitalist bir yönelime evrilmeye son derece müsaittir. Sosyalistlerin genel tarihsel kabulleri giderek halkın arayışları ile örtüşür hale gelmektedir. Burada eksik olan sosyalistlerin varlığıdır. Sosyalistler de bu duruma uygun bir pratik geliştirmelidirler.

Faşizm, sadece siyasi bir rejim biçimi olmanın ötesinde, toplumsal yaşamın her alanına nüfuz eden, hakları parçalayan, ayrımcılığı körükleyen ve otoriterleşmeyi derinleştiren bir ideoloji ve pratikler bütünüdür. Bu bağlamda, günümüzde faşizme karşı mücadele, dar anlamıyla anayasal ve yasal hakların talep edilmesinin ötesine geçen, her tür eşitsizliğe karşı çıkan ve her alanda özgürlük talep eden bir mücadeleyi zorunlu kılar. Bu mücadele ekonomik adaletsizliğe, ekolojik yıkıma, cinsiyetçi ve heteroseksist tahakküme, dijital gözetime ve otoriterleşmeye karşı, yaşamın her alanında özyönetim ve öz örgütlenmeyi savunan, karşı-hegemonik bir mücadele olarak kavranmalıdır. Sosyalistlerin bu mücadelede etkin bir rol oynayabilmesi, işçi sınıfının ekonomik talepleri ile Kürt halkının taleplerini, feminist, ekoloji, LGBTİ , göçmen hakları ve dijital haklar mücadelelerini karşı karşıya getirmeyen, aksine bu mücadele alanları arasındaki organik bağları ve kesişimleri sınıf eksenli bir mücadelenin ayrılmaz parçalarına dönüştürecek bir perspektifi geliştirmelerine bağlıdır.

Bu perspektif sınıf mücadelesini merkeze almakla birlikte kesişimsel bir yaklaşımın benimsenmesini gerektirmektedir. Bu geniş yaklaşım, öncelikle mevcut siyasal baskı ve gericilik karşısında geniş bir toplumsal direniş cephesi halinde hareket etmeyi hedeflemelidir.

Gerek ülke gerekse de uluslararası ölçekte içinden geçilen sosyalizmin “tarihsel bir yeniden oluşum süreci”nde, sosyalist mücadelenin kısa, orta ve uzun vadeli gereklerinin sosyalistler tarafından ne ölçüde karşılanabileceği, ikinci ana ekseni teşkil etmektedir. Bu yeniden oluşum süreci, geleneksel sosyalist paradigmaların günümüzün karmaşık sorunlarına yanıt vermekte yetersiz kaldığı bir döneme işaret etmektedir. Elbette her dönemde ama özellikle de büyük değişimlerin yaşandığı içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde sosyalistlerin toplumsal bir güç haline gelmeleri zorunludur. Güç olmadan müdahale olanağı mümkün değildir. Güç olmanın yolu ise yaşanan büyük sorunlar yumağına yönelik olarak adım adım bu çözümsüzlükleri çözmeyi hedefleyen bir fikri bütünlük oluşturup onun etrafında buluşmaktan geçer. Bunun bir süreç olarak kavranması gerekir. Öncelikle çözücü ana halkaya müdahale ve giderek karmaşık sorunlar yumağını adım adım çözmeye yönelmek gerekir. Çünkü, nereye gittiğini bilmeyen, sarf ettiği çabaların hangi yönde, nerede birikeceğini bilmeyenlerin çabaları boşa kürek çekmek anlamına gelir. Bu bağlamda, ideolojik mücadelenin önemi yadsınamaz bir gerçektir. Mücadelenin güç biriktireceği alan, çözücü bir fikri düzlemin giderek kitlelerin hareketinin yönünü bulma çabasıyla iç içe geçmesiyle oluşacaktır.

Bu ideolojik mücadele yukarıda söz edilen konulara yönelik bir program oluşturabilmek için iki yüzyıllık sosyalist mücadelenin, özellikle de “Devrimler Çağı” olarak nitelendirilen 20. yüzyıldaki sosyalist pratik ve kavrayışların köklü bir biçimde gözden geçirilmesi olmazsa olmazdır. Bu tarihsel dersler ile güncel ihtiyaçlar iç içe geçirilerek yoğrulmalı, öncelikle yeni bir sosyalist mücadelenin ana taşıyıcı kolonları tespit edilmelidir. Buna bağlı olarak da hem kısa ve hem de uzun vadeli yönelimler geliştirilmelidir.

Sosyalist hareket, sadece mevcut hakların korunması ve genişletilmesi değil, aynı zamanda değişen toplumsal, ekonomik ve teknolojik koşulların ortaya çıkardığı yeni hak kategorilerinin tanımlanması ve tanınması mücadelesini de yürütmelidir. Dijitalleşmenin getirdiği yeni çalışma biçimleri, platform ekonomisi ve yapay zeka gibi gelişmeler, emek hakları, veri mahremiyeti ve algoritmik ayrımcılık gibi yeni sorun alanlarını beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, dijital haklar, ekolojik haklar, bakım hakkı gibi yeni........

© sendika.org