menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Demokrasinin sınıfı, sınıfın demokrasisi

8 1
01.10.2025

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.

Faşizme karşı muhalefet hareketinde en önemli rol Liberal Parti’ye geçmiştir, çünkü blok, faşizme karşı, eski Liberal Parti’nin parlamenter burjuva demokrasisi, anayasaya, yasallığa ve demokrasiye dönüş programı dışında başka bir program sunamamaktadır. Faşizmin halefi konusunda yapılan tartışmada, Liberal Parti kongresine göre, muhalefet İtalyan halkını bir seçimle karşı karşıya bırakmaktadır: ya faşizm ya da liberalizm; ya Mussolini’nin kanlı diktatörlüğü ya da Slandri, Gioliotti…, …vd’nin burjuvazinin sömürücü egemenliğini sürdürmeye devam edeceği, eski iyi liberal İtalyan demokrasisinin yeniden kurulmasına yönelik hükümeti. (Gramsci, Ne Faşizm ne Liberalizm: Sovyetçilik! 1924)[1]

Sosyalist hareketin ortak zeminlerde fikir alışverişinin neredeyse X’teki polemiklerle sınırlı kaldığı koşullarda, sosyalist strateji tartışması da fazlasıyla soyut kalmaktan kurtulamayacaktır ve bu yazı da kuşkusuz aynı sorunla malul olacak. Gelecek projeksiyonları bugünü analiz etmeden gerçekleşemeyeceğine göre asgari ortaklıkların aranacağı bir strateji için güncelin analizinde ve hiç kuşkusuz kimi kuramsal temellerde ortaklaşmak gerekiyor. Genel geçer kavramların ötesinde bugünü nasıl analiz ettiğimiz de, örneğin Marksizm-Leninizm’i hala asli yola çıkış noktası olarak ele alıp almadığımızla, doğrudan bağlantılı. Bir başka açıdan ise ML analizlerin doğruluğunun sınanmasının da yine ML’nin, çoklukla, imparatorlukla, radikal demokrasi önermeleri ile ikame edilerek toplumsal hareketlerin örgütlendiği yıllarda olan biteni tartışmakla, mümkün olabileceğini görmek gerek.

2008 krizi, tüm dünyada reel sosyalizmin çözülüşünden sonra ortaya çıkan, yeni toplumsal hareketlerin ittifakının sınıf mücadelesine ikame edildiği, 99’da Seattle’da başlayan ve esas olarak neoliberalizme karşı mücadeleyi çok uluslu şirketlere ve DTÖ, Dünya Bankası, İMF gibi kurumlara yönelik performansa dayalı eylemlere indirgeyen toplumsal mücadelelerin, fiilen sonunu getirdi. Yine de çok kimlikliliğin çok kültürlülüğün demokrasiyi getirmek için esas alınması gerektiği fikrinin ideolojik olarak egemen olduğu yıllarda Barack Obama, ilk siyahi ABD başkanı olarak seçildi. Sosyal yardımları artırmasına, Guantanamo’yu derhal kapatmak istemesine rağmen ABD’nin dünya genelindeki politikasında belirgin bir değişiklik olmadı. 2011 yılında Afganistan’dan 2-3 yıl içinde çekileceklerini söylemesine rağmen ABD Afganistan’dan ancak 2021’de kaçarcasına ‘çekildi’.

2011’e gelindiğinde, ABD’deki finansal krizin tüm dünyadaki etkilerinin belirginleştiği dönemde, Tunus’ta bir işportacının tezgâhının polis tarafından dağıtılmasının ardından kendini yakmasıyla tetiklenen Arap İsyanlarıyla, sönümlenmiş BOP yayılmacılığı kendini güncelleyerek yeniden aktifleşti. ABD’de bu dönemde 2008 krizinin sonuçları nedeniyle yükselen İşgal Et! hareketi yansımasını Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki milliyetçi askeri, otoriter (ve görece seküler) BAAS rejimlerine karşı yükselen demokrasi taleplerinde buldu. Ancak 2011’de El Kaide Lideri Bin Ladin’i öldürme görüntüleriyle dünyaya şov yapan Obama- Hillary Clinton ikilisi, kısa sürede, özellikle Libya ve Suriye’de, yeniden cihatçı örgütleri destekleyerek Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı savaşa boğdular. AKP’nin muadili (hatta kökeni olan) İhvan hareketi başta Mısır olmak üzere, Tunus gibi iktidara geldiği her yerde dinci baskı rejimlerini inşa etmeye çalıştığında, demokrasi güçleri bastırılarak, BAAS ile İhvan arasındaki iktidar savaşının arka cephesi haline getirildi.

2011’de yüzde 51 oy oranıyla yeniden iktidar olan AKP de Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İhvan dalgasının da etkisiyle, kendini bölgeye bir İslamcı demokrat modeliyle pazarlamaya çalışırken, özellikle Suriye’de cihatçı çetelerin başlattığı iç savaşı fırsata çevirerek bölgede yayılmacı, kendince neo-Osmanlıcı politikalar inşa etme çabasına girdi. 2011’e gelene kadar sol liberalizmin de desteğiyle, Tekel Direnişi gibi ciddi direnişlere rağmen özelleştirmeler, rant ve mülksüzleştirme politikalarının altyapısı tamamlanmıştı. 2013’e gelindiğinde bir yandan başkanlık rejimini sağlama almak diğer yandan Suriye’de Kürtleri Esad’a karşı savaşa sokma hesaplarıyla başlatılan çözüm süreci de 2015’te KÖH’ün her iki basınca direnerek ezilenler aleyhine bir çözüme dâhil olmamasıyla AKP tarafından bitirildi.

2012’de kürtaj yasaklama girişimiyle başlayan, 2013’te içki yasaklarıyla devam eden, güvencesizliğin beyaz yakalılar için de ciddi tehdit olarak somutlaşmaya başladığı dönemde, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine engel olmak için direnilmesiyle yanan isyan ateşi, AKP açısından Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin verdiği güvenle demokrasi tramvayından inmeye işaret ediyordu. 2015 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidarı kaybetmesinin ardından Kürt halkına yönelik savaş politikalarının yeniden gündeme alınmasıyla, ebedi iktidarı seçim dışı politikalarla, faşizmi inşa ederek mümkün kılmaya geçiş yapıldı.

2008 krizini takiben, 2010’lar boyunca dünyanın farklı yerlerinde AKP benzeri neo-faşist partiler seçimlerle iktidara gelmeye başladılar. Latin Amerika’da yeni toplumsal hareketlerin de desteğiyle 2000’lerde iktidara gelen sol partiler, (Lula, Chavez, Bachelet, Morales) sosyal politikalara ciddi pay ayırmalarına rağmen neoliberalizm karşısında alternatif oluşturamadıkları için birer birer yerlerini ırkçı, faşist, kadın ve LGBTİ düşmanı iktidarlara bırakmaya başladılar. Aynı şekilde Polonya ve Macaristan’da aşırı sağın iktidara gelmesini, 2020’de İngiltere’nin AB’den ayrılması ve yine 2020’lerde bizzat İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya gibi AB’nin ana gövdesini oluşturan ülkelerde faşistlerin iktidara ortak olacak güce kavuşması takip etti. 2025’te Trump’ın yeniden iktidar olmasıyla LGBTİ , kadın ve mülteci düşmanlığı, burjuva hukukunu bile tanımazlık ABD için de geçerli hale geldi. Küreselleşmenin, serbest ticaretin ve sermayenin sınırlar ötesinde serbest dolaşımının çokluğu ve çoğulculuğu mümkün kılacağı, ulus devletleri işlevsizleştireceği tezleri de Trump’la ve gümrük duvarlarını yükseltmesiyle çöp oldu.

Emperyalizm aşılamayan krizini, Suriye’deki vekâlet savaşının ardından Ukrayna’yı adeta Rusya’nın üzerine salarak yapılandırmaya çalışırken, AKP iktidarı da tüm bu vekâlet savaşlarıyla ortaya çıkan dengeler arasında, ABD-NATO ile Rusya arasında salınarak yayılmacılık pastasından pay kapmaya çalıştı. Ancak esas olarak Suriyeli mültecileri Türkiye’de hapsetme ve Avrupa’ya gitmelerini engelleme şartıyla, faşizmi inşaya yönelirken ortaya çıkabilecek dış baskıları elimine etti. Ekim 2023’te başlayan yeni Filistin direnişi de AB demokrasilerinin yaldızlarının dökülmesini, ifade özgürlüğü, Kopenhag kriterleri vs’nin, uluslararası sermayenin krizini bölgesel savaşlarla ve İsrail örneğinde olduğu gibi soykırıma cevaz veren politikalarla aşmaya karar verdiği ana kadar geçerli olabileceğini gösterdi.

2015 7 Haziran seçimlerinden itibaren sistematik biçimde seçim sonuçlarını tanımayarak ilerlemesine rağmen Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP, özellikle sermayenin çıkarlarını koruma ekseninde yan yana geldiği sağcı hatta faşist ve siyasal İslamcı kökenli güçlerle oluşturduğu Millet İttifakı aracılığıyla AKP’yi yine seçim yoluyla tasfiye etmeye çalıştı. Sosyalist sol ise bu dönemde ilk turda mı CHP adayını destekleyelim ikinci turda mı destekleyelim mevzusunu bolca Dimitrov alıntıları, Lenin’in seçimler ve boykot yazıları üzerinden tartışırken, en iyi ihtimalle faşizme karşı birleşik cepheyi, sınıftan bağı kopuk sosyalist örgütler ittifakı ile sokakta basın açıklaması yaparak aşmaya, planlamaya çalışıyordu. 90’lar ve 2000’ler boyunca ağırlıkla sol liberalizme eklemlenerek sınıfsız bir siyasal demokrasi mücadelesi vermeye çalışan sosyalist solun büyük bölümü, AKP karşısında faşizme karşı birleşik cepheyi inşa etmenin aracı olarak da, örneğin 2023’te CHP arkasına ilk turda dizilmeyi, çözüm olarak görebildi. (Kuşkusuz bu yaklaşımı kabul etmeyen örgütler de vardı ama belirgin bir etkiye sahip olacak güçten yoksundular.) HDP veya DEM’e yönelik, AKP ile anlaşacak retoriğinin sosyalist solun önemli bir kesiminin de basıncı haline gelmesiyle, KÖH’ün de ilk turda Kılıçdaroğlu’nu koşulsuz desteklemesi[2], Ümit Özdağ’a verilen içişleri bakanlığı senediyle sonuçlandı. Böylece görüldü ki, Kılıçdaroğlu kazansaydı da sermayenin yayılmacı hırsı, işçi sınıfının baskı altında tutulması ve savaş sermayesinin öncülüğü konusunda pek bir şey değişmeyecekti. Yani rejimin değişimindeki sermaye etkisi doğrudan göz önünde bulundurulmadığında, AKP- CHP arasında bir seçim mücadelesinin ötesinde, devlet ve sermaye yöneliminde bir değişiklik söz konusu olmayacaktı. 2023 seçimlerinin üzerinden iki sene geçti, tek başına seçimlerde oy kullanarak faşizmin yenilemeyeceği ortaya çıktı. Hatta 2024 yerel seçimlerinin ardından CHP’ye yönelen AKP faşizminin artık azınlıkta kaldığı herhangi bir seçimi tanımayacağını ortaya çıkmışken, sadece [erken] seçime endeksli ve CHP’ye umut bağlayan bir amorf sosyalist siyaset etkinliğini koruyor.

Tarihi olduğu gibi ele alırsak – olabileceği veya olması gerektiği gibi değil – savaşın kapitalist gelişimin vazgeçilmez bir özelliği olduğunu kabul etmeliyiz. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İtalya, Balkan ülkeleri, Polonya, hepsi kapitalist gelişmelerinin koşullarını veya yükselişini, zaferle ya da yenilgiyle sonuçlansın, savaşlara borçludur. İç siyasi bölünmelerin ya da ekonomik izolasyonun damgasını vurduğu, yok edilmesi gereken ülkeler olduğu sürece, militarizm kapitalizm açısından devrimci bir rol oynamıştır. (Rosa Luxemburg, Reform ya da Devrim, 1900)[3]

19 Mart’ta İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla artık burjuva hukuk normlarına uymayan bir rejimin inşa olduğunun ayırdına varıp sokaklara çağrı yapmasıyla başlayan mücadele içinde CHP, olabildiğince sosyalist sol ve Kürt hareketi ile yan yana durmaya çalışıyor. Ağır ulusalcı kanadının Meclis’teki çözüm komisyonundan çekilinmesi yönündeki basıncına direnen Özgür Özel, tüm sabotaj girişimlerine rağmen DEM ile yan yana görünmekten imtina etmiyor. Diğer yandan DEM, 2013-2015’teki çizgisinde devam ederek ezilenler aleyhine herhangi bir politikaya onay vermeyeceğini açıkça........

© sendika.org