menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Filistin direnişi: Türkiye solunun unuttuğu okul

6 1
02.10.2025

Filistin halkı, işgal devleti İsrail’in on yıllardır süren kıyım, abluka ve sömürü uygulamalarına karşı 77 yıldır direniyor. Bugünse Gazze’de yaşanan soykırımla birlikte Filistin direnişi iki yıldır türlü şiddet, katliam ve aşağılama karşısında onurlu direnişini sürdürüyor. Zira bu soykırım ve on yıllardır süren yerleşimci sömürgeci oluşumun işgali tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suç; sömürüye direnen tüm halklara karşı yürütülen toplam saldırının bir parçasıdır. Tam da bu nedenle Filistin direnişi, bugün her zamankinden daha fazla tarihsel, devrimci ve güncel bir önem taşıyor; Türkiye solu için enternasyonal, emek eksenli ve örgütlü bir mücadele hattının yeniden kurulacağı bir devrimci okul niteliği barındırıyor ve soykırımın ikinci yılı biterken kararlı bir direnişe çağırıyor. Bu çağrı; mücadeleyi, işgalci, baskıcı ve apartheid rejimlerin yıkılmasının temini ve geri dönüş hakkının (yerele uyarlanarak) örgütlendiği bir programla bütünleştirme çağrısı olarak görülebilir.

Zira bugün, 1948’den bu yana apartheid rejimi ve sömürgeci yerleşimci işgaliyle genişleyen İsrail’in Filistin halkına dayattığı zorunlu göç, katliam ve toprak gaspı, soykırımın en ileri aşamalarına vararak sürüyor. “Büyük Felaket”in günümüze uzanan devamı, bitmeyen bir Nakba yaşanıyor. 1948’de İsrail’in işgal devleti olarak kuruluşu; İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci güçlerin yarattığı meşruiyet boşluğunun ve 1936–39 Büyük Filistin Ayaklanmasının bastırılmasının ardından hız kazanan Siyonist yerleşimci hareketin bir sonucuydu. Hemen ardından Türkiye’nin 1949’da de facto, 1950’de ise resmen tanıdığı İsrail’le gelişen diplomatik ilişkiler ve giderek derinleşen askeri-ticari işbirliği de bu tarihsel sürecin ayrılmaz bir parçasını oluşturdu. Bugün Gazze’de tanık olduğumuz soykırım tablosu, emperyalist-Siyonist makinenin işleyişindeki sürekliliğinin doğrudan bir sonucudur.

Aynı zamanda bu tablo, enternasyonal bir direniş ekseninin yeniden inşasını zorunlu kılmaktadır. Bu gerçek karşısında dünyanın dört bir yanında halklar sokaklara dökülürken, Türkiye devrimcilerinin sorumluluğu dayanışma mesajlarıyla sınırlı kalamayacak kadar büyüktür. Hele ki bu tarihsel hat boyunca Filistin direnişi, Türkiye sol ve sosyalist hareketi açısından dayanışmanın ötesinde, fiilen bir direniş biçiminin ve devrimci bir okulun adresi olmuşken.

18 Mayıs 1971 Tercüman Gazetesi manşeti, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un İstanbul’da Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir tarafından kaçırılışını duyuruyor.

Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın Ankara ziyareti sonrası Bülent Ecevit’le birlikte görüntüsü bulunan gazete manşeti.

Deniz Gezmiş adına Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ait resmi kimlik kartı.

Bu okulun öğrettiği direniş, güncel bir yoruma ihtiyaç duyuyor. Bu yazıyla, Filistin direnişinin Türkiye’deki sol-sosyalist hareketi hangi yönde ilerletebileceğini tartışmaya açarak direnişle devrimci bağ arasındaki ilişkiye dair yorumu geliştirmeyi amaçlıyorum. Bu nedenle Filistin’le dayanışma üzerine ve direnişle devrimci bağın kopuşu üzerine düşünmemi tarihsel bir gözden geçirme ile açmak istiyorum.

Özellikle 12 Eylül darbesi öncesi yıllarda, Filistin topraklarının işgali karşısında Türkiye’deki mücadele hattının, Dolmabahçe’deki Altıncı Filo’ya yönelik anti-emperyalist söylemlerden beslenen eylemlerden Filistin kamplarında edinilen gerilla tecrübesine kadar geniş bir yelpazede geliştiğini hatırlarız. Bu yelpaze içinde, örneğin, CHP’nin laik-seküler tabanı, El Fetih’in ulusal kurtuluş mücadelesindeki seküler karakteriyle ortak zeminlerde buluştu; Ecevit döneminde Ankara’da FKÖ ofisinin açılması bu hattın somut bir göstergesi oldu. Mahir Çayan’dan Deniz Gezmiş’e kadar pek çok devrimcinin militan eylemleri bu enternasyonal hattı güçlendirdi; İsrail Başkonsolosu’nun kaçırılması eylemi ise Filistin direnişinin Türkiye’deki karşılığının en çarpıcı simgelerinden biri haline geldi. Esasında bu eylemin amacı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek ya da en azından onları kurtarmaktı. Bu anlamda tıpkı Filistinli direnişçilerin anlaşma masalarına ısrarla koyduğu gibi işgal devletinin rehin aldığı direnişçileri geri alma mücadelesiydi. Tüm bu mücadeleler, geçmişin kahramanlık hikâyeleri olarak anılıp geçilecek dersler değil; bugün hala sürmekte olan direnişe ışık tutacak derslerdir. Dolayısıyla bu mirası yeniden hatırlamak, derslerini günümüze taşımak tarihsel bir zorunluluk ve sorumluluk olarak karşımızda duruyor.

Özellikle 7 Ekim’den bu yana süren ağır soykırım şartları karşısında Türkiye’deki dayanışma çoğu zaman açıklamalarla sürdü. Kuşkusuz bu açıklamalar, işgal ve soykırıma karşı direnişin sokaktaki mücadele örnekleri açısından her daim önemli bir yer tutuyor. Özellikle 7 Ekim’in hemen ardından yapılan basın açıklamaları, Hamas üzerinden medya eliyle yürütülen itibarsızlaştırma kampanyalarına karşı Filistin halkının direnişini sahiplenmek ve işgalin ve soykırımın derhal sona ermesi talebini sokakta ısrarla yükseltmek bakımından ilerici bir tutum olarak tarihe not düşüldü.

Ancak sokağın ötesinde, Filistin direnişinin en hayati hatlarından biri olan tam ambargo talebi, BDS hareketiyle birleştiğinde geniş ve etkili bir mücadele hattı açabilecek bir imkan sunmasına rağmen yeterince değerlendirilemedi ve kimi zaman ortak mücadele zemini yaratacak kritik ivmeler dahi kaçırıldı. 19 Mart sonrası boykotların kitleselleşme ihtimali doğsa da bu hat iç siyasetteki demokratik taleplerle ve bölgedeki savaş dinamikleriyle etkin bir şekilde ilişkilendirilemedi. Böylece pasif ama kitlesel ve etkili bir eylem biçimi olabilecek boykot, dağınık birkaç kampanyanın ötesine geçemedi.

BDS Hareketi’nin 20. yılı (2005–2025) için hazırlanan afişte, Filistinli karikatürist Naji al-Ali’nin simgesel karakteri Hanzala kullanılmıştır.

BDS Türkiye logosu

Bugüne kadar gelişen eylem biçimleri, apartheid rejiminin yıkılmasına dayanak olabilecek devrimci bir programa dönüşme potansiyelini taşısa da yönünü net biçimde çizememektedir. Oysa bu ihtimalin devrimci bir hatta evrilmesi mümkündür; zira sona ermesi gereken bir soykırım yaşanmaktadır. Soykırımın sona erdirilmesinden başlayarak işgale karşı mücadelenin devrimci bir hatta taşınması, BDS hareketinin Türkiye’deki mücadelesi açısından da olanaklıdır. Özellikle kuruluş sürecinde sosyalistlerin aktif rolü hatırlanarak, hareketin emek ve sınıf mücadelesinin bir parçası kılınacağı bir örgütlenme hattı geliştirilebilir. Böyle bir yön belirlenmediği müddetçe, mevcut mücadelenin eksiklikleri Filistin davasının genel bir kanaat olarak İslami bir mesele şeklinde kavranmasını güçlendirmekte; onun enternasyonal antiemperyalist bir mücadele olduğunu vurgulayan perspektifin ise zayıf kalmasına yol açmaktadır.

Şimdiye kadar kimi şirketlerin anlaşmaları sonlandırması, bazı markaların ürünleri raflardan çekmesi, belediyelerin ve sendikaların işbirliklerini bitirmesi, kültür-sanat alanında etkinlik iptalleri ve akademik boykot girişimleri önemli kazanımlar olarak kaydedildi. Ancak bu örnekler parçalı kaldı; örgütlü ve sürekli bir hatta bağlanmadıkları için işgal devletini gerçek anlamda tecrit edecek bir ambargo hattına dönüşemediler. Somut olarak, İsrail’le askeri işbirliği sürdüren şirketlerin teşhiri ve bu şirketlere dönük eylemler geri planda kalırken, öne çıkan kampanyalar çoğunlukla kahve zincirleri ve gıda markalarıyla sınırlı kaldı. Üniversitelerin İsrail’le yürüttüğü ortak projeler daha güçlü şekilde gündemleştirilemedi, öğrencilerin ve akademisyenlerin örgütlü baskısı yaratılamadı. Sendikal alanda ise liman ve nakliye işçilerinin İsrail’e giden sevkiyatları durdurması için daha kapsamlı ambargo çağrıları örülemedi.

Buna karşılık Filistin halkıyla dayanışma iddiası çoğunlukla tüketim alışkanlıklarıyla sınırlı kaldı; böylece antiemperyalist hattı güçlendirecek devrimci müdahaleler yerine daha çok kültürel bağlama sıkışan, ümmetçi bir çizginin öne çıktığı bir siyaset alanı oluştu[1].

Ne var ki, iç siyasette yoğunlaşan baskılar; hak gasplarına karşı sendikal ve toplumsal mücadele yürütenlere dönük saldırılar, devrimci örgütlü güçlerin zayıflatılması ve kadro eksilmeleri, Filistin meselesinin ele alınış biçimini yıllar içinde daralttı. Bu daralma, 2009 Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda Erdoğan’ın yaptığı “One minute” çıkışı gibi popülist hamlelerle beslenerek işgalin yalnızca devletler arası diplomasi ve dış politika başlığı altında tartışılmasına yol açtı. Böylece Filistin’le dayanışmanın Türkiye’deki sınıf mücadelesi, emek talepleri ve demokratik hak arayışlarıyla bağı geri plana itildi. Oysa Türkiye’nin İsrail’i tanımasından bu yana süregelen askeri ve ticari işbirliği doğrudan iç siyasetin bir konusudur; bu ilişkiyi ve işbirliklerini teşhir etmek, iktidarın bugünkü rejimi şekillendirme adımlarına karşı mücadele dahil, geniş kitlelerin farklı ve ortak bir tutum geliştirmelerinin önünü açabilirdi, halen açabilir.

Örneğin İsrail’in Filistin topraklarında yürüttüğü yerleşimci sömürgeci gasp politikaları ile Türkiye’nin 2018’de Afrin’de kurduğu işgal rejimi arasında paralellik kurmak (ya da Fas’ın Batı Sahra’daki işgalini hatırlatmak), mücadeleyi derinleştiren bambaşka bir siyasal hattı açığa çıkarır. Elbette bu, Filistin’deki sömürgeci uygulamaları diğer işgal biçimleriyle eşitlemek değil; tersine, İsrail’in baskı rejimleri arasındaki özel yerini görünür kılarak, ilişkisel bir siyasal hattı kurmaktır. Bu hat emperyalizme karşı bir duruşla sınırlı değildir. Bölgedeki tüm sömürgeci işgal uygulamalarını teşhir eden, Filistin’le dayanışmayı halkların ortak direnişi ve bölgesel mücadelesi olarak birleştiren bir hattır. Böyle bir siyasal yönelim, halkların ortak çıkarlarını savunan enternasyonal bir mücadeleyi mümkün kılar. Hem Filistin’e hem de Türkiye’deki emekçi sınıflara, demokratik taleplerini ve insanlık adına vazgeçilmez şartlarını -işgale ve soykırıma ortak olunmaması gibi- inandırıcı ve uygulanabilir bir antiemperyalist çizgiye bağlama olanağı sunar.

Üstelik bugün artık bu bağlar, toplum nezdinde farklı biçimlerde görünür hale gelmektedir. Örneğin 2024 yerel seçimlerinde, Filistin yanlısı Müslüman tabanın yoğun olduğu İstanbul’un Fatih........

© sendika.org