Suriye’de çember kimin için daralıyor?
Suriye’de savaşın ve silahların gölgesinde şekillenen denge bir türlü istikrar zeminine evrilemiyor. Özellikle son bir haftada yaşanan gelişmeler, bu dengenin ne denli kırılgan ve ölümcül olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. HTŞ öncülüğündeki Selefi cihatçı yapıların, Dürzîlerin yoğunlukla yaşadığı Süveyda bölgesine yönelik başlattığı saldırı, yalnızca bir askeri operasyon değil; doğrudan sivil nüfusu hedef alan geniş çaplı bir katliam olarak kayıtlara geçti. Yerel kaynaklara göre bir hafta içinde yaklaşık 2000 civarında Dürzî sivil katledildi, yüzlerce ev yağmalandı, köyler talan edildi.
Bu saldırı, HTŞ’nin bölgede sistematik olarak yürüttüğü mezhebi ve etnik temizlik politikasının yeni bir halkasını oluşturuyor. Mart ayında Suriye’nin sahil kentlerinde Alevi sivillere yönelik gerçekleştirilen saldırılar, ardından Şam başta olmak üzere Hıristiyan ve Süryani toplulukları hedef alan lokal katliamlar, bu zincirin önceki halkalarıydı. Ancak bu kez, saldırının ölçeği ve hedef alınan kitlenin genişliği itibarıyla yeni bir eşiğin aşıldığı görülüyor. Üstelik bu son saldırının, HTŞ’nin geliştirdiği diplomatik ilişkilerle eş zamanlı olarak yaşanması, HTŞ’nin artan hareket kabiliyetini daha geniş bir bağlamda kullanma isteğini de sergiliyor.
HTŞ hükümetinin Dürzîlere yönelik başlattığı son saldırıyı ele alırken, bu gelişmeyi yalnızca HTŞ’nin kendi iç dinamikleriyle açıklamak eksik ve yanıltıcı olur. Şam’daki iktidar koltuğuna yeni oturmuş, hâlâ kendi içinde parçalı ve ideolojik olarak dağınık bir cihatçı ittifak olan HTŞ’nin, böylesine geniş çaplı, dünya kamuoyunu sarsacak bir saldırıyı tek başına planlayıp gerçekleştirmesi, mevcut kapasitesiyle mümkün görünmüyor.
Öyleyse Dürzîlere yönelik katliam saldırısının ardında, Suriye’nin en temel oyun kurucusu olma iddiasındaki ABD’nin ve ittifaklarının olmadığını düşünmek mümkün değil. Türkiye ise zaten dolaylı olarak Süveyda saldırısının içerisinde. SMO güçleri ve bu güç içerisinde yer alan Türkmenler saldırıda özel bir rol üstleniyor. Türkiye için hesap basit: İsrail’in egemenlik alanını daraltmak, merkezi Şam hükümetini güçlendirmek ve Kürtleri daha güçsüz ve siyaseten yalnız bir pozisyonda bırakmak.
Bu noktada özellikle ABD’nin bölgedeki temsilcisi Tom Barrack’ın oynadığı rol belirleyicidir. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Türkiye’nin çıkarlarını da göz önünde bulunduran bir çizgide ilerliyor. Hatırlanacaktır, Tom Barrack, “Kürtlere devlet sözü vermedik” demiş ve Suriye’de çözüm olarak “tek devlet, tek bayrak, tek ülke” yaklaşımı benimsediğini duyurmuştu.
Açık ki ABD’nin HTŞ lehine Kürtlere karşı el yükselten tutumu, Şam’ı güçlendirme isteğinden daha çok, Türkiye’nin elini zayıflatmayan bir denge siyaseti olarak yorumlanabilir. Bu, Suriye’nin genel denkleminde Türkiye’yi tamamen dışlamayan ve bununla birlikte Kürtlerin uluslararası müzakere masasındaki pozisyonunu zayıflatmayı hedefleyen bir stratejiyle örtüşmektedir.
Ayrıca Tom Barrack’ın HTŞ’ye yönelik yaklaşımı, ABD iç siyasetinde bazı çevrelerle çelişiyor gibi görünse de (ve gerçekten öyle olsa bile), mevcut durumda bu tür değerlendirmeler politika dışıdır. Çünkü fiili olarak sahadaki siyaset, mevcut mekanizmalar üzerinden ilerlemekte ve Barrack’ın pozisyonu doğrudan ABD’nin uygulayıcı politikası halini almaktadır.
Nitekim Kürt hareketi de bu gelişmeleri yalnızca Şam merkezli okumuyor; aynı zamanda Türkiye’de yürütülen olası barış/müzakere süreçlerini hedefleyen bir ABD müdahalesi olarak değerlendiriyor.
Kürtlerin değerlendirmesine göre, ABD’nin bu hamlesi yalnızca bölgedeki ittifak değişiklikleriyle ilgili değil; aynı zamanda Kürtlerin Türkiye ile kurabileceği olası müzakere süreci ile ilişkili bir hamle. Bu nedenle, ABD’nin son açıklamaları ve HTŞ’ye sunduğu örtük destek, Kürt hareketi nezdinde önemli bir taktik hamle olarak değerlendiriliyor. Ve Kürt hareketinin sahadaki bileşenleri bu hamleyi, İmralı masasındaki Kürt elini zayıflatmak, Kürt ulusal haklarının siyasal kazanımlarını sınırlandırmak olarak not ediyor. Bu okumanın doğal sonucu olarak da ABD, Kürtler üzerinde siyasal hegemonya alanını genişletmeyi amaçlıyor.
Sonuçta ortaya çıkan tablo açık: ABD, HTŞ’nin elini güçlendirdi, Türkiye’yi dışlamadan denklemin içinde tuttu ve Kürtler için daha zorlayıcı bir manevra alanı yarattı.
Bu denklemde HTŞ, güç aldığı uluslararası destekle kendi içini tahkim etmeye yöneldi. Bunun önündeki temel engellerden biri olarak Kürtlerden önce halledilmesi gereken Dürzîler yer alıyordu. Bu aynı zamanda parçalı Colani ittifakının sürekliliğini sağlayabilecek ve bütün Selefi örgütlerin üzerinde mutabık kalabileceği bir başlıktı.
Ve yine Dürzîlere yönelik saldırıdan önce İsrail ile Colani arasında Azerbaycan’da gerçekleşen görüşmede belirli uzlaşıların sağlandığına dair iddialar gündeme geldi. Hatta İbrahimi İttifak’a Suriye’nin de dâhil edilmesi konuşuldu. Tel Aviv sokaklarına içerisinde Colani’nin de yer aldığı posterlerin asılması ve karşılıklı kimi mesajlar iki taraf arasında yumuşama izlenimi uyandırdı. Ancak bu hızlı yumuşama HTŞ’yi cesaretlendirdi ve Dürzîlere yönelik katliamın zeminini hazırladı.
Tabii burada HTŞ, başarısız ve oldukça beceriksizce bir mühendislik yaparak saldırının Bedevi-Arap aşiretlerince yapıldığı görüntüsü vermek istedi. Suriye’nin farklı kentlerinden yola çıkan araç konvoyları, Colani liderliğinin kabulü olarak kamuoyuna yansıtıldı. Bu aynı zamanda yaşanacakların siyasal sorumluluğundan kurtulabilmenin kötü bir hesabıydı.
Sonrasında olanlar biliniyor. İsrail uçakları Şam’da bilinen bütün HTŞ merkezlerini hedef aldı. Colani’nin sarayı bombalandı, Şam hükümetinin savunma bakanı Ebu Kasra’nın öldürüldüğü iddia edildi. Arap medyasına göre Colani Türkiye’ye kaçtı. O günden sonra Ebu Kasra henüz medyada görünmedi. Yer yer çatışmalar sürmekle birlikte esas olarak HTŞ’ye bağlı bütün gruplar geri çekildi.
Ve bu karmaşık tablo, ABD-İsrail arasında........
© sendika.org
