menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kürt hareketi silah bırakır mı?

8 1
29.05.2025

Tarih boyunca yürütücü öznesi her kim olursa olsun hiçbir siyasal mücadele düz bir çizgide ilerlememiştir. Devletler, örgütler ya da halk hareketleri, politik mücadelenin karmaşıklığında, çatışmanın biçimini zaman zaman değiştirmiş, nihai hedefine varmak için daha önce hiç de tahmin etmediği ara yollara sapmak zorunda kalmıştır.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt hareketi arasında yeniden başlayan görüşmelerin ve barış süreci tartışmalarının da böylesi bir bağlamda ele alınması gerekir. Taraflarca kullanılan “barış” söylemleri, “çözüm” beklentileri ya da “yeni dönem” hayalleri; bu gerçekliği örtemez. Ortada, politik hedefleri birbirine taban tabana zıt iki irade vardır. Bu iradeler, savaş meydanında birbirini alt edemediklerinden, başka yollar deniyorlar.

Şu an için İmralı Adası’nda, Türk devleti ile Kürt hareketinin başmüzakereci olarak ifade ettiği Abdullah Öcalan bir masada oturuyor. O masanın etrafında buluşabilmek için bile asgari müştereklerde geçici bir zemin yaratıldığı ortadadır. Bu zeminin kendisi bile son derece riskli, çatışmalı ve kırılgandır. Çünkü söz konusu olan, ezilen ulus hareketinin onu bastırmaya ant içmiş bir devletle müzakere yürütmesidir. Bu türden bir karşılaşma, doğası gereği gerilimlidir ve her an yeniden çatışmaya evrilebilecek niteliktedir.

Öyleyse öncelikle şunu not etmek gerekiyor. Taraflar arasında oldukça özgün, zaman zaman rahatsız edici, müthiş gerilimli bir mücadele süreci içerisindeyiz. Ve bilinir ki silahlı mücadele de dahil hiçbir mücadele süreci, en başından öznesine zafer garantisi sun(a)maz. Bu yüzden sürecin barışçıl görünümlü olması, onu Kürt hareketi açısından güvenli kılmaz.

Evet, Türk devleti bu hamleyle Kürt hareketini düzen sınırları içine çekmek, içten parçalamak ve zamanla etkisizleştirmek istiyor. Bu sadece politik bir niyet değil; medya, yargı, istihbarat ve yasama organları dahil olmak üzere devletin tüm aygıtları bu stratejiye göre hareket ediyor.

Ancak devletin karşısında kolayca manipüle edebileceği bir yapı olmadığını da kabul etmek gerekir. Açık ki ortada 40 yıla yayılan bir savaş pratiği, milyonlara ulamış bir toplumsal taban, ve güçlü bir örgütsel hafıza var. Bu güç, açık ki devleti de iyi tanımakta ve kendisi için olabilecek risklerin de hesabını yapmaktadır.

Bu süre zarfında hareketin özellikle yasal siyasal parti içindeki bazı liberal eğilimlerin devletle müzakereye fazlasıyla umut bağlamış olması, ve hatta bu eğilimin büyük fotoğrafın rengini zaman zaman bulandırmaya başladığı doğrudur. Ancak tartışmamızın öznesi olan PKK ve gerillalar ve belki de daha önemlisi Kürt halkı devlete güven duymamaktadır. Devlete güvenmemek, bir sağduyu değil, bir bilinç halidir.

Bu noktada, süreci salt “tasfiye süreci” olarak yorumlayan bazı çevrelerin, meseleyi indirgemeci ve dışlayıcı bir bakışla ele aldığı da görülmektedir. Kürt hareketini “yalnızca” kamuoyu önündeki açıklamalarıyla değerlendirmek, onun pratik-politik konumlanışını göz ardı etmek ve çok katmanlı yapısını hafife almak olur. Tarih Kürt hareketine ömür biçenlerin politik mezarlığı ile doludur.

Doğru bir siyaset okuması için PKK’nin ve kurucu önderliğinin sözleri, meselelerin iç gelişimini anlamak için yeterli olanı bugüne kadar vermemiştir. Elbette ki söz bir veridir ve yabana atılamaz. Ama Kürt hareketi, sözlerden çok politik olanın gerekliliklerine göre davranan bir yapıdır. Eylemi, sözünü aştığı koşullarda en esnek ve geri tanımlamaları ifade etmekten bugüne kadar çekinmemiştir

İkinci olarak ise yarım asırdır mevcut yasaların dışında hareket etmiş bir partinin ve kendisini özel mülkiyet dünyasının dışında konumlandırmış on binlerce militanın üç ayda düzen içine girebileceğini iddia etmek, bu hareketin karakterini açıkça anlamamak olur. Bu birikim öyle kolay cinsten soğurulabilecek cinsten değildir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti mevcut iktidar ve yasaları ile kelimenin gerçek anlamında böylesi bir yapıyı ve ideolojisini içerip aşabilecek esneklikte değildir.

Türkiye devleti, sadece yapısal olarak değil, siyasal zihniyeti itibariyle zor ve baskı aygıtlarına sıkışmış durumdadır. CHP’ye ve İmamoğlu’na bile tahammül edemeyen bir siyasal iktidarın, çok daha radikal ve örgütlü bir halk hareketine yaşam alanı açması mümkün değildir.

Mücadele içerisinde nasıl ki savaşın kendine has bir ideolojik evreni oluşturulmaktaysa müzakere sürecinin de- taraflarca başka anlamlar atfedilmiş olsa da- anın özgünlüğü taşıyan ideolojik bir inşası gerçekleşmiştir. Bu süreçte, hem devlet hem de Kürt hareketi tarafından dolaşıma sokulan temel ideolojik çatı “Türk-Kürt kardeşliği” söylemidir. Görünürde uzlaşıyı mümkün kılan bu söylem, sürecin siyasal meşruiyetini tesis etmekte kullanılsa da, hem tarihsel içeriği hem de güncel işlevi itibariyle oldukça sorunlu ve kırılgan bir zemine oturmaktadır.

Bu daha çok, içi doldurulmamış, farklı anlam dünyalarına sahip iki ayrı siyasal öznenin aynı kavramı kendi lehine eğip bükerek kullandığı bir “uzlaşma fiksatifi” gibidir. Ne var ki, süreç boyunca başka ortak siyasal zemin........

© sendika.org