Devlet, düşman bildiğine niçin el uzatır?
Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) arasında 10 Mart mutabakatı olarak ifade edilen geçici denge durumu, savaş ve diplomasi arasındaki ince köprüde uzun zamandır sallanıyordu ki, 6 Ekim akşamı ile bu denge açık bir savaş pozisyonuna dönüştü. Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) da içerisinde yer aldığı Şam’a bağlı gruplar, Suriye İç Savaşı boyunca özerk yapısını korumayı başaran Halep’in iki Kürt mahallesi Şeyh Maksut (Şex Maqsut) ve Eşrefiye’ye saldırarak karmaşık Suriye düğümünü bir kılıç darbesi ile çözmek arayışındaydı. Ancak HTŞ’nin hesabı, Halep’in çarşısına uymadı. 6 Ekim akşamında bu iki Kürt mahallesine girmek isteyen Colani, karşılaştığı direnişin ardından 7 Ekim sabahında temmuz ayından beri görüşmeleri askıya aldığı SDG heyetini üstelik üç kurmay kadrosu ile birlikte ağırlıyordu.
“İlginçtir ki” 6 Ekim Şeyh Maksut saldırısı, ABD Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve CENTCOM Genel Komutanlık üyelerinin SDG ve Özerk Yönetim ile yaptığı görüşmeden birkaç saat sonra gerçekleşti. Ve üstelik her iki taraf da yani SDG ve HTŞ de, ABD’nin kendilerine “son şans” verdiğini ve buna uygun olarak kısa süre içerisinde müzakereler kapsamında yeniden görüşeceklerini biliyorlardı.
Peki nasıl oldu da, ABD’nin taraflar arasında müzakere masasını tekrardan kurmak için inisiyatif aldığı bir denklemde HTŞ, Halep’in iki Kürt mahallesi başta olmak üzere SDG’ye karşı açık bir savaş pozisyonuna geçebildi.
SDG ve Özerk Yönetim kaynakları bu saldırıların esas müsebbibi olarak Türkiye’yi gösteriyor ve zaman zaman HTŞ’nin de iradesini aşan bir Türkiye varlığından söz ediliyor. İddia şu, ABD meselenin içerisine girmeden önce Türkiye, tarafları kesin bir savaşın içine sokabilmek istiyordu. Fiili olarak da SMO’nun bütün komuta yapısı bu bölgeye sevk edildi ve saldırı başlatıldı.
Ancak HTŞ, SMO dahil bütün silahlı grupları Suriye Ordusu çatısında birleştirerek bu saldırıların siyasi sorumluluğunu üstlenmiş bulunduğu gibi, yaklaşık iki aydır yaşanan çatışma pozisyonunu da engelleyecek bir tutum almadı. Aksine temmuz ayından bu yana müzakerelerin ilerlememesi için görüşmeler tek taraflı askıya alınmış bulunuyordu. Yine iddiaya göre görüşmelerin kesilmesi talimatı da Ankara’dan gelmişti.
Öyleyse şu soruya yanıt aramak gerekiyor: Türkiye, Suriye’de neyi, nasıl yapmak istiyor? Bir yandan askeri seçeneklerin masada olduğu belirtilirken ve fiili savaş pozisyonu sürdürülürken bir yandan da İmralı’dan Suriye için yeni bir çağrı yapılması bizzat Bahçeli tarafından dillendiriliyor. Peki tüm bunlar Türkiye’nin Suriye ve süreç siyasetinde ne anlama geliyor?
Son bir yılda yeniden şekillenmeye başlayan “çözüm süreci”ne dair tartışmalar, özellikle Devlet Bahçeli’nin söylemleri etrafında yoğunlaştı. Süreci yakından takip eden bazı çevrelerde, Bahçeli’nin açıklamalarına dair görece iyimser bir yaklaşım dikkat çekiyor. Özellikle Bahçeli’nin devlet içerisinde çözüm isteyen kanadın temsilcisi olduğu yönünde azımsanmayacak şeyler yazılmakta. Bu çevreler Bahçeli’nin sürecin karakterini anlamaya çalışan, hatta çözümün önünü açabilecek pozitif bir pozisyonda durduğunu öne sürüyorlar.
Ancak görünenin altındaki gerçeği kavrayabilmek için sürecin doğasına bakmak gerekir. Açık ki içinde bulunduğumuz süreç, münferit siyasi aktörlerin inisiyatifiyle değil, bir devlet iradesiyle şekilleniyor.
Bugün Türkiye’de devletin temel kurumları, adına “Terörsüz Türkiye” dedikleri süreci yönetmek konusunda bir fikir birliğine ulaşmış durumda. Bu nedenle, “Erdoğan’ın ya da AKP’nin bu sürece MHP’nin zorlamasıyla girdiği” iddiası gerçekçi değildir. Hiçbir devlet, kendi iradesine rağmen böylesine ağır bir siyasal sürece girmez. Türkiye özelinde bu tümden imkânsızdır.
Devlet, sonuçta zor ve ideolojik aygıtların toplamından ibarettir. Ve bu toplam, şu anda kendi düşmanı olarak gördüğü Kürt hareketiyle bir tür çözüm süreci yürütmeye çalışmaktadır. Kürt hareketinin ya da dünyadaki benzer ulusal kurtuluşçu hareketlerin, böylesi dönemlerde tek bir siyasi çizgiye veya ajandaya sahip olmaması gibi, devletin de bu süreci yürütmek için tek bir araç seti yoktur. Türk devleti, birçok farklı enstrümanı eş zamanlı devreye sokarak, süreci kendi lehine bir sonuca ulaştırmak istemektedir.
Ancak eğer ortada bir masa kurulmuşsa, bu masada yalnızca baskı ve zor aygıtlarıyla sonuç alınamayacağı da açıktır. Eğer devlet, klasik güvenlik metotlarıyla Kürt hareketini tamamen bastırabilseydi, böylesi bir sürece zaten ihtiyaç duymazdı. Tam tersine, bu yöntemlerle kesin bir sonuç alınamadığı için bugün yeni bir siyasal arayış gündemdedir.
Bununla birlikte, devletin Kürt hareketi karşısında tamamen “baskı ve zor politikalarını” terk etmesi de mümkün değildir.
Tam da bu noktada, MHP’nin rolü belirginleşmektedir. Eğer süreç, bir “iyi polis – kötü polis” dağılımı üzerinden yönetilecekse, burada “iyi polisi” oynamak AKP açısından ciddi bir risk barındırır. Zira........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon