Bediüzzaman'ın korktuğu 'vahşet' gerçek oldu mu?
TARIK ÇELENK’İN BEDİÜZZAMAN SAİD NÛRSÎ VE RİSALE-İ NÛR HAKKINDAKİ DEĞERLENDİRMELERİNE AKADEMİK VE KAYNAKLARA DAYALI BİR CEVAP-8
D. ÇELİŞKİ Mİ, STRATEJİK DEHÂ MI? BEDİÜZZAMAN’IN SİYÂSİ MİRASI VE MODERN ELEŞTİRİLERE CEVAP
2. Bediüzzaman Said Nûrsî’nin Siyâsî Düşüncesinde Hürriyet ve Meşrûtiyetin İslâmî Temelleri
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında “Eski Said” kimliğiyle[1] aktif bir “fikir ve aksiyon adamı” olarak temayüz eden Bediüzzaman Hazretleri, modern siyâsî kavramları İslâmî bir referans çerçevesine oturtarak özgün bir düşünce sistemi geliştirmiştir. Onun siyâsî felsefesinin merkezinde, Batı’dan ithal edilmiş yabancı unsurlar değil, İslâmî yönetişim ilkelerinin çağdaş birer yansıması olarak gördüğü hürriyet ve meşrûtiyet (anayasal yönetim) yer alır. Bu yaklaşımı, onu basit bir gelenekçi veya tutarsız bir siyâsî aktör olarak resmeden eleştirilere karşı güçlü bir kanıt sunarken, moderniteyle İslâmî kimliği feda etmeden nasıl başa çıkılacağı sorunuyla mücadele eden sofistike bir düşünür olduğunu göstermektedir.[2]
2.1. “Ben Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam”: Hürriyetin Teolojik Anlamı
Bazı modern eleştiriler, Bediüzzaman Hazretleri’nin “hürriyet” ve “meşrutiyet” karşısındaki tutumunu dönemsel bir pragmatizm (faydacılık) olarak yorumlayarak siyâsî düşüncesinde bir tutarsızlık olduğunu öne sürmektedir. Bu bölüm, söz konusu iddiaya bir cevap niteliğindedir. Zira bu yaklaşım, Bediüzzaman Hazretleri’nin hürriyet kavramına atfettiği derin teolojik ve imana dayalı kökleri göz ardı etmektedir. Bu bağlamda, onun siyâsî mirasının bir “çelişki” değil, aksine İslâmî esaslara dayanan tutarlı bir “stratejik dehâ”ın ürünü olduğu ortaya konulacaktır.
2.1.1. Hürriyetin Tevhidî Kökleri: Kula Kulluktan Kurtuluş
Bediüzzaman Hazretleri’nin hürriyete olan tutkulu bağlılığı, onun siyâsî felsefesinin temel taşını oluşturur. Ancak bu bağlılık, köklerini Batılı seküler liberalizmden değil, derin bir İslâmî teolojiden alır. Modern seküler liberalizmin genellikle bireyin arzu ve isteklerini temel alan ve dışsal bir otoriteye atıf yapmayan yaklaşımının aksine, Bediüzzaman Hazretleri’nin hürriyet felsefesi, ilâhî sorumluluk ve ahlâkî bir çerçeve içinde anlam kazanır. Bu nedenle onun meşhur, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”[3] sözü, politik bir slogandan öte, hürriyeti doğrudan imana bağlayan teolojik bir beyandır.[4]
Bu felsefenin temelinde, Allah’a karşı hakiki kulluğun (ubudiyet), ancak başka insanlara kulluk etmekten kurtulmakla mümkün olacağı fikri yatar. Divan-ı Harb-i Örfi’deki savunmasında bu ilkeyi şöyle açıklar: “Sâni’-i Âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir”.[5] Bu sebeple insanın diğer insanlara ve zalimlere karşı hür olması, Allah’a karşı kulluk görevlerini layıkıyla yerine getirebilmesinin bir ön koşuludur.[6] “İnsanlar hür oldular ama abdullahtırlar”[7] (Allah’ın kuludurlar) ifadesi, bu diyalektiği özetler: Birey, beşerî tiranlıktan (zorbalıktan) ve istibdattan kurtulduğu ölçüde Allah’a hakiki manada kul olabilir.[8] Bu ilkeye bağlılığını, Sultan Abdülhamid’in Zabtiye Nazırı aracılığıyla teklif ettiği maaşı reddederken sergilediği şu tavırla ispatlamıştır: “Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatımı terk ettim”.[9] Bu anlayış, İslâm fıkhındaki temel prensiplerle de desteklenir. Örneğin, Hac ve Cuma namazı gibi farz ibadetlerin ifâsı için aranan şartlardan biri de kişinin “hür” olmasıdır. İslâm, esaret altındaki bir kişiye bu ibadetleri farz kılmayarak “hürriyetin” dinî yaşamdaki merkezî rolünü ortaya koymuştur.[10]
2.1.2. İmanın Bir Gereği Olarak Hürriyet: Zulme Karşı İzzet ve Şefkat
Bediüzzaman Hazretleri’nin tanımıyla hürriyet, imandan gelen iki temel esasa dayanır: “tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.”[11] Yani ona göre hürriyet ne başkasına zulmetmek ne de zulme boyun eğmektir. Zira ona göre, “Allah’a hakikî abd (kul) olan, başkalara abd olamaz”.[12]
Münazarat adlı eserinde bu ilkeyi daha da ileri taşıyarak hürriyetin, imanın bir özelliği (hassası) olduğunu belirtir: “Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.”[13] Yani iman, kişiye çift yönlü bir ahlâk kazandırır: İmanın verdiği izzet, başkasının tahakkümü altına girmeyi engellerken; imanın verdiği şefkat ise başkasının hukukuna tecavüz etmeye mâni olur. Bu, imanın hem bireyi tiranlığa (zorbalığa) karşı koruyan bir kalkan, hem de başkalarının hakkına tecavüzü engelleyen bir ahlâk mekanizması olduğu anlamına gelir.
2.1.3. Sorumlu Özgürlük: “Hürriyet-i Mutlak”a Karşı Ahlâkî Sınırlar
Bu yaklaşım, sınırsız bir bireyselcilikten ziyade, adâlet ve zulme karşı direnişle çerçevelenmiş bir sorumluluk ahlâkını gösterir. Bu yüzden hürriyet, başıboş bir serbestlik değil, bilakis “âdâb-ı Şeriatla takyid”[14] edilmesi, yani Şeriat’ın edep ve ahlâk kurallarıyla çerçevelenmesi gereken bir değerdir.[15] Ayasofya’da mebuslara (milletvekillerine) hitaben yaptığı bir konuşmada bu endişesini şöyle dile getirir: “Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur”.[16] Yani ona göre Şeriat’ın ahlâkî disipliniyle kayıt altına alınmayan bir hürriyet, bireyi sefahate ve itaatsizliğe, toplumu ise anarşiye sürükleme potansiyeli taşır. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, en keskin ifadelerinden birini kullanarak uyarır: “hürriyet-i mutlak (mutlak serbestlik) ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır.”[17] Bu tez, sınırsız özgürlüğün medeniyeti yıkan, insanı hayvanî içgüdülerine teslim eden bir anarşiye dönüşeceği uyarısını en net şekilde yapar. Bu yaklaşım, onun hürriyet anlayışını, bireysel özerkliği her türlü ahlâkî ve toplumsal bağdan kopararak mutlaklaştıran modern özgürlük yorumlarından köklü bir şekilde ayırır.
2.1.4. İçsel ve Dışsal Hürriyetin Bütünlüğü: “Hürriyet-i Şer’iyye”
Hürriyetin genel tanımını ise şöyle yapar: “Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın.”[18] Yani gerçek hürriyet, kişinin ne kendisine ne de başkalarına zarar vermediği, sorumlulukla kullanılan bir haktır. Bu nedenle hürriyetin sınırlandırılması “insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”[19] Çünkü “şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdad veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir”.[20] Yani, ilâhî bir referanstan ve ahlâkî sınırlardan yoksun bir özgürlük, eninde sonunda ya başkalarının hakkını çiğneyen bir zorbalığa (istibdad) ya da kişinin kendi heva ve heveslerinin kölesi olmasına (esaret-i nefis) dönüşerek medeniyeti yıkan bir vahşete yol açar. Ona göre bu, sadece toplumsal bir gereklilik değil, aynı zamanda bireysel bir kurtuluşun da anahtarıdır: “Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete........© Risale Haber
