Kulluğun Ruhu ve Esası
Saygı değer okuyucular, bu yazımızı içinde bulunduğumuz mübarek üç aylar ve geceler münasebetiyle Risale-i Nurda “Kulluğun Ruhu ve Esası” olan dua konusuna ayırdık.
Dua kelime itibarıyla, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek manalarına gelir.” İslâm literatüründe ise kulun Allah’ın azameti karşısında aczini itiraf ederek, muhabbet ve tâzim içinde lütuf ve yardım dilemesidir.
Yani, dua insanın Allah karşısında acizliğini ve fakirliğini anlayıp, aciz, fakir ve kusurdan mukaddes olan Yüce Allah’a yönelerek, ondan ihtiyaçlarını istemesidir ki, bu ise Allah’ın hoşuna giden ve rızasına vesile olan güzel bir haldir. Bu yüzden Allah duada ileri giden kullarını çok sevmiş ve taltif etmiştir. Biz de Allah taltifine ve sevgisine mazhar olmak için bu mübarek ayları ve içinde barındırdığı geceleri dualarımızla ubudiyetin bu büyük sırrına erişmeye gayret edelim. İnşallah.
Dua, Allah ile kul arasında en büyük bir iletişim ve tatlı bir diyalogdur. Aynı zamanda tevhidin en parlak bir delilidir. Bu iletişimin gerçekleşmesi için de insanın Allah’ın varlığından haberdar olması, Ona inanması ve tanımasıyla mümkündür.
Sonra varlığını benimsediği bu yüce kudret karşısında duyduğu saygı, hürmet ve ümit hisleriyle bütün arzu ve ihtiyaçlarını yerine getirecek sonsuz kudret sahibi olan biriyle irtibat ve iletişim ihtiyacını hissedecektir. Dua böyle bir irtibat neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir iletişim vasıtasıdır. Diğer bir ifadeyle dua; sınırlı, sonlu, âciz olan varlığın; sınırsız, sonsuz kudret sahibi olan Allah ile kurulan bir köprüdür. Bu sebeple insan tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır ve kalamaz. (TDV İslâm Ansiklopedisi 1994 İstanbul, Cild 9, s. 529-530)
Başka bir ifadeyle dua: Yüce Allah’a iman edip, bir teslimiyet ve kulluk şuuru içerisinde, acz, zaaf ve fakrını hissederek, ihtiyaçlarını arz etmektir. Çünkü dua, imanın neticesidir. Duanın kaynağı insandaki acz ve zaaf halidir. Fakr ve ihtiyaçlar ise duanın söz ve fiille ifade edilişidir.
Bediüzzaman Hazretleri duayı yalnızca irade sahibi varlıkların sesli bir yakarışı olarak değil, kâinattaki bütün varlıkların ortak lisanı bir olarak görmüştür. Bediüzzaman’a göre, insanı Cenâb-ı Hak’ka ulaştıran en güvenilir yol, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür yoludur.” Dua konusunu da bu dört esas çerçevesinde ele almıştır. Bazı mutasavvıfin “aşk”a dayalı yol ve dualarına karşılık O “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunu tercih etmiştir. Dedikten sonra: “Cenâb-ı Hak’ka vâsıl olacak tarikler (yollar) pek çoktur. Bütün hak tarikler (yollar) Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tariklerin (bu yolların) bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir” yani yoludur sözleriyle ifade eder. Zira aczin insanı, kulluk yoluyla “mahbubiyete” ulaştırması, “fakr”ın da Rahmân ismine kavuşturması aşk yolundan daha kolay ve daha tehlikesiz” olduğunu ifade eder. (26. Söz, Zeyl)
Cenâb-ı Hak karşısında acz ve fakrını hissetmek, duanın esasıdır. Fıtrattaki acz ve fakr duyguları-nın harekete geçirilmesi duanın gayesi olduğu gibi, insanı duaya sevk eden saik de acz ve fakrdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre ‘duanın ilk ve en önemli delili, Cenâb-ı Hakka iman etmek ve tanımaktır. Dua, imana ulaştıran bir vesile ve imanın bir neticesi ve acziyetin bir ifadesidir.’ diyor. Onun için Cenab-ı Hak; “Bana dua edin ki duanıza cevap vereyim.” buyuruyor. (Mü’min sûresi, 40/60) (23. Söz, 1. Mebhas)
Çünkü “İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği (için), Cenâb-ı Hak da (ey Resulüm), “De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkân sûresi, 25/77) ferman ediyor.
Dua, ubûdiyetin en büyük bir sırrıdır. Çünkü insan, acz ve fakrını dua ile Rabbine arz eder. Onun için hadis-i şerifte dua “ibadetin özüdür.” buyrulmaktadır. (Tirmizî, dua I) Bediüzzaman, “Dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile O’na iltica etmeli, rubûbiyetine karışmamalı.” (23. Söz, I. Mebhas) diyerek duanın, kulluğun bir sırrı olduğunu ifade eder. Yine Mektubat isimli eserinde, “Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir.” diyerek, duanın ibadetin özü olduğu hadisine bir açıklama getirir. (24. Mektup, 1. Zeyl)
Yeri gelmişken bu konuda; Alexis Carrel (alekses kerıl), “Dua, insanın durumunu arzetme, arzu ve isteklerini sıralamanın çok daha ötesinde, yücelere varan bir şeydir. İnsan, duayla her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a, O’nu sevdiğini, O’nun nimetlerine şükrettiğini ve O’nun iradesi doğrultusunda her zaman hareket etmeye hazır olduğunu gösterir.” (Dua, 1999, s.36) diyerek, duanın ubûdiyet yönüne dikkat çekmektedir.
Dua, samimi ve katışıksız bir inancın göstergesidir. Bediüzzamanın ifadesiyle, “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (23. Söz, 5. Nokta) Aslında dualarımızla biz, beşerî arzularımızın yerine getirilmesinden ziyade, Rabbimize kulluğumuzu arz edip, O’na olan saygımızı, güvenimizi itiraf ederek, Ya Rabbi, “Ne hâlimiz varsa hepsi Sana ayân ve malum”dur mânâsını ifade eden bir acziyetin ve mahcubiyetin ifadesidir.
Bediüzzaman, duanın kulluğun ruhu ve samimi bir imanın neticesi olduğunu ise; “Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki: ‘Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksutlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de O’ndan bekliyorum, O’ndan istiyorum.” şeklinde ifade eder.”
Yine aynı konuda dua ile elde edilen sonuçları “latîf, leziz ve hazır bir meyveye” benzeterek “Dua eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli her şeye yetişir.” diyerek Cenâb-ı Hak’kın onun bütün hallerini bildiği gibi, keremiyle bütün ihtiyaçlarını da yerine getireceğini ve böylece insan, kendini Cenâb-ı Hak’kın huzurunda tasavvur ederek, tam bir teslimiyet ve gönül rahatlığıyla O’na tevekkül edip teslim olacağını belirtir.”
İnasanın asli vazifesi duadır.
Bedüzzaman hazretleri “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazifei asliyesi, iman ve duadır.” Çünkü “insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için” gönderildiğini söyler.
“Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullah” olduğunu “ve onun üssü'l esası da iman-ı billâh” olduğunu ve insanın, yaratılış gayesine ancak iman ve dua ile ulaşa bileceğini söyler. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kâ-diu'l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç oluğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani ya fiilî ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü'r-Rahîmin dergâ-hında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacatıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum" deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak ettiğini” ifade eder.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (dua edip de duasının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir.” (Taberânî, II, 795); Numan bin Beşirden rivayet edilen başka bir hadislerinde: “Dua ibadetin ta kendisidir.” (Ebu Davd, Tımizi) buyurmuş ve sonra, “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki size karşılık vereyim.’ Zira bana ibadet, yani dua etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi, 40/60) âyetini okumuştur. (Tirmizî, “Dua”, I) Duanın ubûdiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenâb-ı Hak’kın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi birçok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra duanın, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenâb-ı Hak, kullarına kendisine dua etmelerini emretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, duanın ibadet oluşunu, 23. Söz’ün Birinci Mebhas’ında şöyle açıklar: “Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, ‘küsuf ve husuf namazları’ denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i........
© Risale Haber
visit website