menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dil Yâremize Dair Bir Kaç Kelâm

9 0
26.10.2025

(Türkçemiz Acep Ne Âlemde?)

Sanal medyada gözüme ilişen ve tanımadığın biri, Amasya Belediye Başkanı Mehmet Sarı'nın, "Yabancı Tabelâya İzin Yok" başlığı altında, "Bu şehirde yabancı isim taşıyan iş yerlerine ruhsat verilmesini yasaklıyorum. Bir işletme eğer Türkçe'den utanıyorsa Türk Milletinin parasını almaya da hakkı yoktur." diye bir açıklamasını afiş yaparak yayınlamıştı. Pek hoşuma giden bu açıklamaya ait afişin üzerine “Darısı tüm il ve ilçelerimize” başlığını koyarak ben de kendi sayfamda yayınlamıştım.

Afişi yayınlamaktaki gayem çarşı-pazardaki tabelâlarda yersiz ve gereksiz kullanımdan dolayı gülünç olmanın ötesinde yabancı kelime kullanma rağbeti/modası uğruna bazen zavallılık seviyesine düşülen acınası hale kendi hesabımda dikkat çekmekti. Anlatılan bu duruma bütün ülke halkı lüks mağaza ve galerilerden en mütevazi işyerlerine kadar herkes şahit olabilmektedir.

Yayınladığım bu temennîme katılanlar da itiraz edenler de oldu. İştirak edenlerden bazısı, ülkemizde bir kısmı sefa süren bir kısmı ise iltica etmiş çeşitli Arap ülke vatandaşları sebebiyle Arapça yazılı tabelâlardan rahatsızlığını belirtip yasaklamayı doğru bulduğunu ifade etmiş. Bir kısmı bu yasaklamanın özellikle doğu ve güneydoğu illerimiz halkının ana dili Kürtçe ve Arapça’ya ve hatta mukaddes kitabımız Kur’an’a yasak koymanın bir basamağı olacağı endişesinden bahsetmiş. Önemli bulduğum bir kısmı ise aralarında bazısı akademisyen, dilbilimci, eğitimci hatta Türkolog olan tanışıklığımız eskilere dayanan, sevip takdir ettiğim değerli dostlar ise dilin kültür ve felsefesine, hatta devletin dil politikalarına da temas edip dilin evrenselliğinden dem vurarak kişilerin iş-ticari-özel vs. hayatlarında hangi dili, nasıl ve ne şekilde kullanacaklarının sınırlanamayacağını dile getirdiler.

Her insanın her bir hakkı zerre miktarı bile zâyi ve istismar edilmeden sahibine teslim edilmelidir. Her meşru hak, sahibi için anasının südü gibi helâldir; kısıtlanmadan serbestçe kullanabilmelidir. Bu hakların en başında ise kişinin kendi ana dilini, mahalli dilini lehçesiyle öğrenmek ve kullanmak gelmektedir. Bu ana fikirden hareketle mevzuya devam edecek olursak, coğrafyamız farklı etnik aidiyetlere mensup topluluklardan bir araya gelmiştir. Bin seneden beri birlikte yaşayarak ortak değerler üretmiş ve bu değerleri kültürüne kararak bir medeniyet kuran büyük bir millet olmuşsa bunda ortak dil faktörü göz ardı edilemez. Bununla beraber etnik veya yerel farklılıklara saygı duyulmalıdır. Ülkemiz insanlarının konuştuğu Kürtçe’ye, Arapça’ya, Zazaca’ya, Kafkasların ve Balkanların bütün dillerine eyvallah. Fakat bir milletin birbirini anlaması, aynı his ve heyecanları duyması, aynı değerlerde buluşması için mutlaka ortak dile olan ihtiyacın izahı bile abestir. Birbirlerini anlamayan insanlar millet olamaz.

Gerçi şimdilerde okumayı pek sevmeyen perişan bir halimiz vardır. Bunun üstüne iletişim vasıtalarının hayatımızın her alanına hakim olmasıyla dilimizi yeni ve anlamsız tabirler istilâ etmeye başladı. Sanal medyanın yaygınlaşarak her kuşağın avuç içine girmesiyle bu mecralarda yayınlanan pespayelikler insanların hem aklını, ahlâkını ve rûhunu çürütmeyi, hem de milletin ortak dili olan Türkçenin gelişerek güzel, veciz ve yerinde kullanımı bir yana belki de tahrip olmasını netice vermektedir. Gençlerin ve orta yaş grubunun konuşmalarına kulak verildiğinde 200 – 250 kelime sayısına bile ulaşamayan, nezaketten mahrûm, zevksiz ve kaba bir dil kullandıkları görülecektir.

33 yılı aşan kamu görevim sırasında isteğini veya mağdûriyetini bir dilekçeye yazamayan insanlar gördüm. Bazı resmi kurum ve kuruluşların teknik veya idari konularda meramını muhatabına anlatamayan yazışmalarına rastladım. Açtığı davada neyi iddia edeceğini veya isteyeceğini ifade edemeyen avukatlar, bir dâvâda bilirkişilik yapan anlı şanlı üniversite mezunu teknik insanların dâvâ konusunu anlamakta zorlandıklarına ve yazdıkları raporlarda kaba ifade hataları yaptıklarını gördüm. Mahkemelerde bazı hakimlerin kurdukları hüküm cümlelerinin bazen anlamsızlığına, bazen de birden çok mânâya gelecek şekilde tashih ve tavzih edilmeye muhtaç oluşunu defalarca içim sızlayarak şahit oldum. Bir kısmına temas ettiğim bu acı(klı) durumlar, milletin ortak dili olan Türkçe’ye asgari seviyede bile vukûfiyet sahibi olmayışındandır. Kendi diline yaban kalınan ve alarm zilleri çalınma kertesine gelinmiş vahim halin bir merhale sonrası-Allah korusun- milletin konuşup anlaşamaz hale gelmesini netice verebilir. Bu tehlikeli vaziyetin bir an önce önüne geçilip gerekli tedbirler alınmazsa bir sonraki nesil ifade kabiliyetini yitirecek duruma düşecektir.

BİRAZ GERİLERE GİDELİM

Milli mücadelemiz Milletimizin itilâf güçlerinin istilâsından kurtulması için verilmişti. İstiklâlimiz için fedâ ettiğimiz canların ve döktüğümüz kanların hesabı da miktarı da yoktur. Ne için verilmişti o büyük mücadele, ne içindi onca cehd u gayret?! O mücadeleyi bugün içinde bulunduğumuz şartlarda yeniden ve tekrar düşünmemiz gerekiyor. Düşmanı yurdumuzdan kovarak öz vatanımızı düşmanın işgalinden kurtarmış ve istiklâlimizi kazanmıştık. Ya zihnî ve fikrî istiklâliyetimiz ne durumda? Yaşadığımız mübarek topraklara kirli postallarıyla basan murdar ayakların izlerini de silmiştik. Sanmıştık ki buraları yurt edindiğimizden itibaren beraber yaşadığımız halklarla yoğura yoğura üzerinde inşa ettiğimiz kültür ve medeniyetimizi göğsümüzü gererek özgürce yaşayacağız ve dünya durdukça da yaşatacağız. Öyle sanmıştık!..

Osmanlı Devletinin bakiyesi üzerinde kurulan ve Türkiye adını verdiğimiz yurdumuzun yönetici elitleri siyasi miras olarak hakimiyeti altına aldıkları devletin siyasi istikametini değiştirerek bu topraklarda Selçuklulardan beri milletin bin küsur yıllık kültür ve medeniyetine redd-i miras yaptılar. Yeni devletin kurucu iradesi, devletin bazı çok önemli kurumlarını köksüz veya zihniyeti ve kökü bu topraklara ait olmayan bir zümreye teslim etti. Meselâ, Lozan görüşmelerinde Hayin Naum gibi danışmanlar, Moiz Kohen gibi Türkçülük ideologları, Hagop Maratyan (Dilaçar) gibi dilbilimcileri ve bunlar gibi niceleri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden getirilip devletin kritik müesseselerinden üniversitelere, her kademedeki mevkilere yerleştirildi. Bu zevatlarla bizzat veya bilvasıta “İnkilâplar” namıyla yapılan tahribatın en fazla zarar vereni ve en acısı harf/dil devrimi dedikleri Osmanlı Türkçesinin dil yıkımıdır.

Dönemin devlet destekli basın-yayın vasıtaları ile eğitim kurumları Milletin maddî ve mânevî değerlerini hor ve hakir görüp aşağılamaya ve unutturmaya çalışırken yönetici elitler kıble edindikleri Batı'yı........

© Risale Haber