menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Güçler Ayrılığının ve Kamusal Özerkliğin Tarihsel Kökenleri

7 2
20.10.2025

Montesquie’nin teorisini yaptığı güçler ayrılığının tarihsel zemini Ortaçağ kentlerinde aranmalı. Kimileri kentlere ‘evrimci’ bir rol biçse de Weber ve Marx’a göre bu rol ‘devrimci’ydi.

Dünya bir süredir “geçiş dönemi” yaşıyor. Küreselleşme süreci 20. yüzyılın sonlarından itibaren ivmelenmiş, sürecin ilk evresi ise 2008-2009 finans kriziyle sona ermişti. Bundan sonra bir “dinginlenme” dönemi başladı ve bununla birlikte sürece tümden karşı olan, özünde anti-demokratik, içe kapanmacı ve kör milliyetçi eğilimleri öne çıkanların tepkileri ile eski konforunu kaybetme korkusuyla sürece destek verenlerin tepkileri yükseldi. Bu dönem, dünyanın çeşitli yerlerinde “otoriter” yönelimli rejimleri ortaya çıkardığı gibi aynı zamanda ona karşı olan ve genel olarak güçler ayrılığını temel alan “demokratik hukuk düzeni” yanlılarının da daha keskin bir biçimde görünmesini sağladı.

Birinci yönelim bu şekli ile “yeni” ya da en fazla “21. yüzyılın merkantalizmi” olurken, ikinci, yani güçler ayrılığını ve toplumsal özerkliği temel alan eğilim tarihsel olarak çok daha köklü ve uzun bir geçmişe dayanıyor. Onu, her şeye rağmen sağlam ve direngen yapan da bu.

Peki bunun kökenleri nereye dayanıyor?

Bu, son makalelerimizde incelediğimiz toplumsal ilerleme ve üretici güçlerin gelişmesi süreci ile alakalı ve tam da bu nedenle oldukça gerilere doğru bir projeksiyonu gerekli kılıyor. Süreç, nüvelendiği yer olması itibarı ile Avrupa tarihi ve uzunca bir geçmişi olan “kentleşme süreci”yle alakalı. Kentlerin içinden çıkıp geldiği toplumsal düzen, feodalizmle ilgilidir. Batı’da oluştuğu biçimiyle “Feodalizm, toplumdaki artı emeğin toprak üzerindeki beylik gücüyle elde edildiği hiyerarşik bir sosyal düzendir. Bu artı emekten elde edilen gelir, rant niteliği taşır. Dolayısıyla feodalizm, toprak aracılığıyla kurulan bir egemenlik ilişkisidir. Tarih boyunca feodalizm, büyük ölçüde doğal (natürel) ekono-minin ve yerel kendi kendine yeterliliğin hakim olduğu koşullarda, üretici (çoğunlukla köylü) nüfusun emek gücünün kullanılmasına olanak sağlamıştır. Bu durum, yetersiz ulaşım olanakları ve geniş alanları merkezi olarak yönetme imkanının kısıtlı olmasıyla ilişkilidir.”¹

Ortaçağ’da, feodalizmin yüksek dönemi olan 10. yüzyılda, kentler, esas olarak tarım toplumunda değişimin parçası olarak bir “yaşam alanına” dönüşmeye başladı. Bu, Avrupa’da üretici güçlerin gelişmesinin geldiği seviye itibarıyle yeni (ekonomik) yaşam alanları açma zorunluluğunun sonucu olarak ortaya çıktı. Üretimdeki uzmanlaşmayla ortaya çıkan işbölümü, üretkenliği artırdı. Bu süreç, feodal düzenin baskılarından kurtulma, yasal haklar elde etme, korunma ve güvenlik güdüsü gibi çeşitli faktörlerle de desteklendi. Bunlar sadece feodalizmin baskılarından kurtulma alanları değil, bazen bölgesel krallar (vasallar, aristokratlar gibi güç sahibi insanlar) tarafından güçlerini sağlamlaştırmak ve özellikle ekonomik kazanç elde etmek, kimi zaman da papaz ya da piskoposlar tarafından inançlarını yayma gibi nedenlerle de kuruldular.

Kentleşme sürecine rakiplerine göre daha geç başlamasına rağmen, bağımsız kent-devlet özelliğini yaklaşık bin yıl, 1797’ye kadar sürdürme başarısı açısından Venedik kentini ele alalım: 9. yüzyıl itibarıyla Bizans‘ın ticari ve lojistik desteği ile hem “dışarda” çevredeki rakip kentlerle çatışması, hem de “içerde” feodal ilişkilerin devamından yana olan kent varsılları (patrisyenler) ile çelişki içindeki tüccar sınıfın yol almaya çalışması, kentin gelişmesinde rol oynayan başlıca faktörlerdi. Ağırlıklı olarak konusu tuz, odun ve slav köleler olan ve “mala karşı mal”a dayanan ticaret, söz konusu zaman aralığında Po Nehri üzerinden Alpler’e kadar uzanırken aynı zamanda Bizans’tan gelen denizaşırı ticaretin de aracısı oluyordu. Bu süreç, 10. yüzyıl sonunda Venedik kentinin nehirüstü ticaretini -askeri açıdan da gelişen donanmasıyla- Adriyatik’e taşımasını sağladı. Bu bağlamda kente Bizans’tan sağlanan ticari imtiyazlar kentin Piza ve Cenova karşısında konumunu güçlendirdi. 12. yüzyıl başında bu konum Venedik’in, Kıbrıs ve Girit’te Bizans’tan aldığı ticari imtiyazlar ile daha da kuvvetlendi. Kent, diğerleri ile rekabette ticaret, anlaşmalar, korsanlık ve savaş (mesela Haçlı Seferlerine) gibi araçları kullandı.² Bu arada gelişen ekonomi ve ilişkiler ile birlikte kent devletinin fonksiyonu ve yapısı da değişmeye başladı. Kentin başkanı olan Doge’nin “tek adam” yetkileri ve otoritesi, Genel Kurul yanında yüzlerce varlıklı kişiden oluşan Büyük Konsey ve bunun alt komisyonları, Kırklar Konseyi ve Senato ile bir dizi danışmanı da ihtiva eden Doge Konseyi, Signorie denen Yüce İcra Kurulu gibi kurum ve kuruluşlar ile oldukça sınırlanıyordu.³

Feodalitenin erken dönemlerinden itibaren tarımda üretimin artmasının esas nedeni, birinci olarak sektörde usulca vuku bulan yeni işbölümüydü. Artık kimi köylüler sadece kendilerinin ve feodal beylerin ihtiyaçları için tarımsal ürünler değil aynı zamanda tarım dışı emtialar da üretmeye başlamışlardı. Bunları üretmek için ya kendileri tarım işlerinden kısmen feragat ediyorlar ya da bu işler için zanaatkârları angaje ediyorlardı. Bu durum özellikle nalbantların, marangozların, deri ve taş işleme ustalarının sayılarının gözle görülür artışına neden oldu. Bu noktada özellikle Kuzey Batı Avrupa’da gelişen teksil sektörünün bez üretimi öncü rol oynadı, Almanya’da dokumacılık ve tekstil ustalığı gelişmeye başladı.⁴

11. yüzyılda “tarım devrimi” olarak nitelendirilen, öküz yerine at ile çekilen “tekerlekli-taraklı pulluk”un yapılması, tarla sürmeyi ve tarlayı taşlardan temizlemeyi kolaylaştırmıştı. Bu aletin daha sonra demirden imal edilmesiyle verimliliğin P artırılması sağlandı.⁵ Böylelikle üretimin, 11. ve 12. yüzyılda yakın yerel........

© Perspektif