menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sosyalist Enternasyonal ve CHP

13 12
28.05.2025

Sosyalizm, sadece parti elitleri kontrolünde değil halkın katılımına ve müdahalesine açık olduğu ölçüde demokratikleşir. 1990 sonrası işçi sınıfı liderliğinde bir devrim fikri rafa kalktıkça, sosyalistler demokrasiyi katılımcılık boyutuyla daha fazla önemsemeye başladı. Sosyal demokrasi neoliberalizm içinde eridikçe, demokratik sosyalizm kavramı daha fazla dolaşıma girdi. CHP, uzaktan selam yolladığı bu kavramı halkın sesi olma yolunda adımlar atarak benimseyebilir.

Sosyalist Enternasyonal Konsey Toplantısı İstanbul’da, 24-25 Mayıs tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ev sahipliğinde düzenlendi. CHP lideri bu toplantılarda çoğunlukla yerel gündemimiz ve dolayısıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonlar üzerinden açıklamalar yaptı. Toplantının ana sloganına da son dönemlerde popüler olan “Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz” vurgusu eklendi.

Bu toplantılar küresel çapta ses getirmese de CHP’nin Enternasyonal’e katılımı Türk medyasında her zaman haber olur. Çünkü siyasal hayatımızda sosyalist kavramına yönelik önemli bir hassasiyet/antipati bulunur. CHP’nin ısrarla kaçmak istediği solculuk etiketini ona yapıştırmak isteyen kesimler, partinin bu yapıdaki üyeliğini ve toplantılara katılımını özellikle öne çıkarır. Hemen söylemek gerekli ki CHP’nin üye olduğu bu yapı, 19’uncu yüzyılda şekillenen, sonra SSCB denetimine giren Enternasyonal geleneğinin doğrudan bir parçası değil. Şu andaki, 1951 yılında kurulmuş olan ve çoğunluğu sosyal demokrat partilerin oluşturduğu bir yapı. Tabii Türkiye’de sosyal demokrasi de çok sık atıf yapılan bir olgu olmaktan uzaklaştı. Enternasyonal’in siyasal çizgisi, en uç noktada, en fazla demokratik sosyalizm olarak tanımlanabilir. O da sistem içi bir mücadele, parlamenter yollarla siyasal ve ekonomik sistemin daha eşitlikçi çizgide dönüşmesini hedefler. Diğer deyişle devrimci bir oluşum değildir. Dolayısıyla burada sosyalizmle demokrasi nasıl birbirine yakınlaştı konusuna değinmek gerekli. Öncesinde sosyalist/Marksist/komünist tanımlarını kısaca hatırlatacağım. Devamında da CHP demokratik sosyalizme ne derecede yakın veya uzak, buna değineceğim.

Sosyalizm için toplumsal eşitlik merkezli düşüncelerin toplamı diyebiliriz. Yerleşik eşitsizlikleri aşmak isteyen çabalar, tarihin farklı dönemlerinde kendini göstermişti. Ama bunun örgütlü bir siyasal yol olması, Aydınlanma tartışmaları ve Fransız Devrimi’yle şekillendi. Devrimde eşitliğin sembolü, Eski Rejim’in eşitsizlik yaratan tüm unsurlarının aşılması ve cumhuriyetti. “Bir kişi yönetmesin, birlikte yönetelim” fikri… Peki, soylular yönetmeyecekse, kim yönetecekti? Gücünü aileden alan soyluların ve dinden/Kilise’den alan din adamlarının/ruhban sınıfının karşısında, gücü kendinden menkul bir yığın, o zamanki tabirle üçüncü katman. Bu yığının içinde eşitlikçi bir düzen isteyenler, konuyu mülk sahipliğine ve zengin/yoksul denklemine getirenler, sosyalist düşünceyi şekillendirdi. Ama monarşinin gücüne karşı çıkan sadece toplumsal eşitlik arayışındakiler değildi. Zenginliğine hem monarşi hem de kalabalıklar tarafından el konulmasını istemeyen kesimler, sonradan ismi burjuvazi olacak olan, şehirde yaşayan, mülk sahibi, vergi veren ve asıl önemlisi kendi çıkarları için örgütlenen kesimler de sesini yükseltti.

Birinci ve İkinci Enternasyonal

Burjuvazinin örgütlü gücünden ve aristokrasiyle işbirliği yaparak ya da kurduğu diğer ittifaklarla yarattığı hegemonya, büyük oranda modern dönemi şekillendirdi. Yani kitlelerin temsilcileri aracılığıyla yöneteceği dolaylı bir demokrasi, hukuk sistemiyle şekillenmiş ilişkiler ve gücün tek bir yerde toplanmaması fikri. Ancak buna karşı çıkan kesimler de üretim ilişkilerinin yarattığı gelir adaletsizliğini, kapitalizmin yarattığı servet birikimini dert etmeye devam ettiler. Bunlar içinde en bilineni, koca bir ekole ismini veren Karl Marx’tı. Marx kendinden önceki sosyalistleri “ütopik sosyalist” olarak nitelendirir ve eleştirir. Ona göre değişim sistem içinde değil, üretim ilişkilerini baştan aşağı değiştirecek bir devrimle, işçi sınıfı önderliğinde ve parti rehberliğinde bir devrimle mümkündü. Hedef, özel mülkün tamamen kalkacağı devletsiz bir topluma ulaşmak, yani komünizm olmalıydı. Dolayısıyla 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında değişim isteyenler için ana konu, devrim oldu. Ama nasıl, hangi yollarla, nerede ve kimlerle işbirliği yaparak? Birinci ve İkinci Enternasyonal, bu soruların tartışıldığı süreçlerdi. 1864 ve 1889’da başlayan, bir dizi alt kongrelere ayrılan bu toplantılarda yükselen kapitalizm ve onun devlet koruması altında yarattığı güce karşı mücadele önerileri tartışıldı. Marx ve ona yakın çizgide komünizm hedefindeki görüşlerle, anarşistlerin daha tabandan ilerleyen önerileri, teori içindeki ilk ana ayrımı oluşturdu.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işler tamamen değişti; devrimin beklenmedik bir yerde, görece köylü bir toplumda, Rusya’da gerçekleşmesi teoriyi sarstı. Bu kez sendikal mücadele ve kitlesel grevler yerine partinin gücü öne çıktı. Ancak parti liderliğinde ilerleyecek olan işçiler bir devrim gerçekleştirebilirdi. Komünist Partiler........

© Perspektif