Kutuplaşmanın Ontopolitiği: Toplumun Yarılmasından Hakikatin Çöküşüne
Kutuplaşma, salt bölünme değil; bir çürüme formudur. Varlığın müşterek zemini çöktüğünde, siyaset, kültür ve etik de çürür. Ortak dil kaybolur, karşılaşma imkânsızlaşır ve her özne, kendi içinde kilitli bir yankıya dönüşür. Böyle bir toplumda yalnızca siyasal düzen değil, bizzat insan olmanın koşulları da aşınır. Ve işte tam bu nedenle kutuplaşma, yalnızca bir yönetim sorunu değil; bir varoluşsal buhrandır.
- ŞAHİN EROĞLU
- 21 Nisan 2025
Bir toplumun çöküşü, daima sessiz bir ontolojik çöküntüyle başlar. Bu çöküntü, yalnızca siyasal dizgelerin çürümesiyle değil, varlığın müşterek bir zemin olmaktan çekilmesiyle belirginleşir. Kutuplaşma, bu anlamda yüzeyde beliren bir semptom değil, derinlikte işleyen bir varlık kaybıdır. İnsanlar arasında yalnızca fikir ayrılıkları zuhur etmez; bizzat hakikatin kendisi, bölünerek farklılaşır, parçalanarak çoğullaşır ve nihayet kendi kendine çökerek herhangi bir ortak referans olmaktan çıkar.
Modernliğin inşa ettiği kamusal alan, bir zamanlar düşüncenin, müzakerenin ve müşterek hakikat üretiminin mekânıydı. Ancak geç-modern evrede, bu alan parçalanmış, yerini yankı odaları, epistemik kabuklar ve algoritmik bölmeler almıştır. Bu yeni durumda bireyler, yalnızca farklı görüşlere sahip değildir; onlar, farklı dünyalarda yaşar, farklı geçmişleri hatırlar, farklı gelecekler düşler ve farklı varoluş kiplerinde şekillenirler. Böylece kutuplaşma, yalnızca bir kültürel ya da siyasal ayrışma değil; radikal bir ontopolitik çatlaktır.
Martin Heidegger’in “Varlığın unutuluşu” diye tanımladığı çağdaş duruma (Heidegger, 2001) tam da bu noktada kulak vermeliyiz. Çünkü bu unutuluş, hakikatin teknik olarak erişilemezliğinden ziyade, onun gündelik yaşantıdan geri çekilmesi, artık varlığın değil görüntünün hüküm sürdüğü bir düzene geçilmesidir. İnsanın kendi varoluşunu artık düşünceyle değil, aidiyetle; hakikatle değil, kimlikle temellendirdiği bir zamandayız. Ve bu, yalnızca bireysel bir deformasyon değil, toplumsal varlığın metafizik bir dağılmasıdır.
Jean Baudrillard’a göre simülasyon evreninde gerçekliğin kendisi ölmüş, onun yerine sürekli yeniden üretilen ve yeniden paketlenen temsiller geçmiştir (Baudrillard, 2010). Bu temsil, sadece bir yansıma değil; hakikatin yerine geçen, onu silen ve yerine kurgusal bir ‘doğrular evreni’ koyan bir yapıdır. Kutuplaşma bu bağlamda simülakrik üretimin toplumsal düzeyde hegemonik hale gelmesidir. Artık her kamp, kendi simülakrını mutlaklaştırmakta, hakikatin yerine “bizim doğrumuz”u koymaktadır.
Bu durum, Hannah Arendt’in (2006) “gerçekliğin parçalanması ve onun yerine propaganda-tabanlı sadakat........
© Perspektif
