menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kapalı Toplantı

7 0
25.05.2025

Meclis Başkanı kapının önünde durdu. Bir an, içeridekilerin sessizce beklediğini hissetti. Oysa henüz açılmamış kapının arkasındaki sessizlik birazdan başlayacak kanun görüşmelerinde çıkacak fırtına öncesi üyelerin mevcut enerjilerini saklama sessizliğiydi. Elini ceketinin düğmesine götürdü, sonra vazgeçti. Bugün ceketinin düğmelerini değil, kelimeleri, ardından cümleleri birbirine ilikleyip beklenen kanunu çıkarmak zorundaydı…

Beşinci noktadaki trafik polisi, kırmızı beyaz çizgilerin arkasında bekliyordu. Gün yeni ağarmış, sabahın serinliği kaldırım kenarlarındaki yaprakların arasından süzülüp caddelere sinmişti. Her yerde bir koşuşturma, her yerde bir telaş… Uygun adım değil, koşar adım bir hayat. Trafik polisi kırmızı çizgiye yaklaştı. O çizgi ki sanki yola değil hayatına çekilmiş bir çiziydi. O noktada durmak, hayatta durmaktan farklı değildi. Elinde telsizi, başında şapkası, yüzünde ise yılların biriktirdiği acılarla bezenmiş bir sabır tabakası…

Bir an maaşını düşündü; daha doğrusu maaşından eksilen vergileri, borçları ve sürekli değişerek artan etiketleri… ‘Ekmek alırken bile muhasebe yapmak zorunda kaldık’ diye düşünürken, durdurduğu aracın sürücüsü, aracından başını çıkararak “Daha ne kadar bekleyeceğiz memur bey! diye bağırınca sesin geldiği yöne döndü. Aslında beklemenin ne demek olduğunu herkesten çok kendisi biliyordu; soğukta beklemek, sıcakta beklemek, karanlıkta beklemek… Beklemek sabrı öğrenmekti. Sabretmeyi öğrenmezse bu memuriyeti taşıyamazdı.

“Ya sabır!” diye mırıldandı. Kendi kendine mi söyledi, yoksa sürücüye mi söyledi? Belli belirsiz kelimeler döküldü ağzından. Allah’tan kimse trafik polisinin niye kavşağı tutuğunu bilmiyordu. Onların bildiği tek şey ‘dur!’ ya da ‘geç!’ komutuydu.

Bu sırada yayalardan biri, “Evladım bir geçeyim, zaten yol bizim” derken, polis dönüp yayaya bakarak ‘Yol sizin mi?’ diye düşündü. Niye sahiplenmişti bu kadın bu yolu? Öğretilmiş bu doğrular hayatın gerçekleriyle çatıştığında bir kez daha travma yaşamıştı. Aslında ‘bizim’ denilen şey bize müsaade edildiği yere kadar bizimdi. Ama bunu yayaya anlatmak mümkün değildi. Sadece elini kaldırıp ‘dur’ işareti yaparken yayanın gözlerindeki çaresizliği görmüştü.

Başını havaya kaldırdı, gökyüzünün sonsuz genişliğine karşın dünya ne kadar dardı. Her gün aynı yerde beklemek, aynı fotoğraflar içinde sıkışıp kalmak ve aynı şeyleri yaşamak… Tanımadığı bu insanların öfkeli bakışları karşısında, bu daracık dünyada tek evladının geleceğini kurtarmak için bir müddet daha çalışmak ve ardından zaman kalırsa kendi hayatına dönmek…

Görevi yolları kapatmaktı. Ama hiç kimse ona kapanan yolun nasıl bir çıkmaz olduğunu merak bile etmezdi.

Bir kurşun hızıyla birden bütün noktalardaki polislerin elindeki telsizden aynı kelime yayıldı:

Çıkışş…

Bu bir tür huruç harekâtı gibiydi. Her görevli bulunduğu yerde pozisyon alarak kendisine çeki düzen verdi. Bütün noktalardan aynı ses yükseldi.

Anlaşıldı efendim…

Beklemek; zaman, sabır, umut ve birçok bilinmezin iç içe geçtiği karmaşık bir duygu değil mi zaten? Geçmişin yaşanmışlığı ve şimdinin gerçeği arasında bir sarkaç gibi salınır durursun. Her bekleme içinde biraz umut barındırır. Ama beklenen şeyin bilinmezliği ile gerilim artar ve çaresizce zamana teslim olursun.

Beşinci noktadaki polis beklerken sadece bir durumu değil aynı zamanda kendi yolculuğunu da yapıyordu her defasında. Evlenmeyi beklemişti, çocuğunu kucağına almayı beklemişti, ay sonunu beklemişti, maaşına zam yapılacağı yıl başlarını beklemişti, çocuklarının mürüvvetlerini görmeyi beklemişti.

Şimdi önünden geçen konvoyu selamlamak için elini şapkasının siperliğine götürmüş, hazır ol vaziyette, noktada durdurduğu araçların egzoz dumanlarını yutup, öfkeli yayaların suratlarına bakarak o büyük geçişi bekliyordu.

Başkan, her zamanki gibi lacivert takım elbisesine kırmızı renkli kravatını uydurmuş, elinde deri evrak çantası ile kapıda göründüğünde korumalarda hareketlilik başlamıştı. Koruma amiri hızla kapıya koşarak, başkanının elinden çantayı aldı, diğer koruma ise sağ arka kapıyı açarak başkanın araca binişine refakat ediyordu. İlerleyen yaşına, belinin hafifçe bükülmesine rağmen, ilk gençlik yıllarından beri dernekçilik faaliyetleri, asil bir milletin evladı olmanın gurur ve şuuru ile son nefesine kadar vatana hizmet edebilmenin dayanılmaz iştihasını, heyecanını taşıyordu.

Koruma kapıyı açtıktan sonra, kapının üst kısmına sağ elini koyarak bir korkuluk oluşturup, başkanı güvenle arka koltuğa oturtmuştu. Önde çakarlı araçlar, sağ ve sol yanlarda motosikletli korumalar, arkada artçılar ve bir ambulans araç konvoy şeklinde harekete başlamıştı. Koruma amiri ön koltuktan arkasına dönerek başkana gül suyu uzattı. Başkan avuçlarıyla yüzünü sıvazlayarak derin bir nefes aldı. Sanki yüzü zemzem suyu ile yıkanmış gibi hissetmişti. İlerideki kavşakta polisler konvoyun güvenli bir şekilde geçişini sağlamak için yolu kesmişti. Şehrin yabancısı olmadığı bu durum itibar ve güvenliğin sembolü olmuştu. Devlet işlerinde itibar ve güvenlikten asla taviz verilmemeliydi. İtibarı, itibarsızlaştırarak itibar kazanmak isteyen gafiller, bunu lüks ve israf olarak değerlendiriyorlardı. Oysa bu kutsal vatan toprağında bayrak gönderden asla inmeyecek ve devlet azametinden taviz verilmeyecekti. Hatta başkanın bir başkanlık divanı toplantısında idare amirinin yazılı olarak sunduğu ‘Yıpranmış bayrakların değiştirilmesi’ konulu talebi uzun tartışmalara neden olmuştu. Başkan devlette tecrübeli olmasının sağladığı avantajla bayrakların yenisi ile değiştirilmesi konusunu sorunsuz bir şekilde halletmişti. Önce tören mangası gece üç buçukta göndere çekili bayrakları indirecek, yenisi ile değiştirecek, eski bayrakları da tutanakla depoda muhafaza altına alacaktı. Böylece uğruna bedel ödenmiş eski bayraklar kutsal bir hazine gibi saklanacaktı.

Konvoy meclisin kapısından içeri girip ana binanın kapısına yaklaşmıştı.

Başkan vekilleri, başkana ilk ‘Hoş geldiniz efendim!’ diyebilmek için birbirini nizami bir şekilde itiştirirken, aracın kapısı açılmış, genç ve atak olan başkan vekili öne geçmeyi başararak başkanla ilk toka yapmanın bahtiyarlığına erişmişti. Başkan diğerleri ile de tokalaştıktan sonra önde kendisi, arkada vekilleri ile koridorda, bir komutan edası ile yürümeye başladı. Kararlı adımlarla koridorun sonundaki toplantı odasına yaklaşırken, arkasındaki kalabalığın belli belirsiz fısıldaşmaları kulağını tırmalıyordu. Kalabalığın ayak sesleri tarihi binanın tavanında yankılanıyordu. Koridorun sağında ve solundaki tablolar, millete rağmen millete hizmet etmiş tarihi şahsiyetlerin fotoğraflarını ve kahramanlık hikâyelerini taşıyordu. Bir ara fotoğraflara göz ucuyla bakarken ‘Benim aziz ve asil millettim! Ben de aynen benden öncekiler gibi, sana rağmen, senin hayrına olacağına inandığım için sana hizmet etmeye devam edeceğim. Doğrusunu sen bilmezsin, biz biliriz!’ diye içinden geçirdi. Şimdi, bugün mutlaka bitmesi gereken bir yasa çalışmasına odaklamalıydı zihnini.

Koridorun sonunda geniş ahşap kaplı, başkanın giriş kapısı görünmüştü. Kapının iki yanında uzun siyah frakları ve beyaz gömleğe takılı papyonu ve rugan ayakkabıları ile iki meclis görevlisi hazır vaziyette bekliyorlardı. Başkan koridor boyunca yürürken, meclis üyelerinin bir kısmı ikili-üçlü gruplar halinde kendi aralarında konuşuyor, bir kısmı da başkanın geçiş güzergâhında bekleyip, ‘Saygılar sayın Başkanım’ diyerek rutin ihtiramlarını gösterecekleri seremoniye hazırlanıyorlardı. Bu abartılı gösteriler sayesinde başkanın içindeki gurur canavarı tahrik oluyor, dudaklarının kenarında hınzır bir gülümsemeye dönüşüyordu. Görevliler başkanın yaklaşması ile birlikte, eller kalçalarına yapışık vaziyette hafifçe eğilip selam verdiler. Bu ritüel, büyük bir devlet geleneğiydi. Bu kapı, yalnızca başkanın ve kâtip üyelerin kullandığı arka toplantı odasına açılıyordu. Kapıya birkaç adım kala, koruma amiri başkanın önüne geçerek, kapının tokmağına dokunup iki eliyle açarak başkanın rahatça geçişini sağladı.

Odaya girer girmez içerideki kâtip üyeler ayağa kalktı. Odada hafif kâğıt hışırtıları ve kahve kokusu hâkimdi. Uzun bir masanın çevresinde toplanmış birkaç kişi vardı. Masanın üzerine toplantıya dair belgeler, ajandalar ve notlar özenle yerleştirilmişti.

Başkan, her biri ile göz teması kurarak, “Buyurun oturun arkadaşlar” dedi ve odanın başköşesinde kendisine ayrılan yere geçti. Herkes yerleştiğinde, başkan masanın üzerinde duran dosyalardan birini eline aldı ve içeriği hızlıca gözden geçirdi.

Bu arada başkanın sabah kahvesi de gelmişti. Kahvesini içmeye başlamadan önce, arka taraftaki lavaboyu kullanmak istedi. Oysa daha evden çıkmadan önce tuvalet ihtiyacını görmüştü, ancak uzun süredir prostat büyümesinden dolayı sık tuvalete gider olmuştu. En zoru da geceleri en az iki kez idrar sıkışıklığı nedeniyle uykusunun bölünmesiydi. Ameliyat çözüm olabilirdi ama doktorun endişe ile sözünü ettiği “erektil disfonksiyon bozukluğu” riski, her defasında onu hastanenin kapısından geri döndürmüştü. Gerçi hanımını kaybedeli yıllar olmuştu ancak yine iktidar duygusunu kaybetmek sanki başka iktidar alanlarını da etkileyecek gibi hissediyordu. Bu rahatsız edici duygudan uzaklaşıp, bugünün gündemine yoğunlaşmak gerekiyordu.

Genel kurul saati yaklaşıyordu.

Başkan, kahvesinden son yudumu da alıp kahve kokusunun oluşturduğu rayihayı biraz daha hissedebilmek için ağzındaki telveyi diliyle damaklarında dolaştırdı. Tüm gücünü kollarına yükleyip, elleriyle koltuğun kollarına bastırıp dinamik bir kalkış yaptı. Aynı çeviklikle kâtip üyeler de başkanın arkasından odanın kapısını kapatıp genel kurul salonuna giden koridorda yürümeye başladılar.

Meclis Başkanı kapının önünde durdu. Bir an, içeridekilerin sessizce beklediğini hissetti. Oysa henüz açılmamış kapının arkasındaki sessizlik birazdan başlayacak kanun görüşmelerinde çıkacak fırtına öncesi üyelerin mevcut enerjilerini saklama sessizliğiydi. Elini ceketinin düğmesine götürdü, sonra vazgeçti. Bugün ceketinin düğmelerini değil, kelimeleri, ardından cümleleri birbirine ilikleyip beklenen kanunu çıkarmak zorundaydı.

Kafasında düşünceler halkalar halinde dönüyordu. Birinci halkada kanun teklifinin görüşmelerini bugün tamamlayabilmek, ikinci halkada tartışmaları kavgaya dönüşmeden önlemek, üçüncü halkada muhalefeti mümkün olduğunca az konuşturup konunun dağılmamasını sağlamak, dördüncü halkada genel kurul salonundan çıkarken kapının önünde bekleyen gazetecilere savaş meydanından dönmüş muzaffer bir komutan edasıyla açıklama yapmak… Bütün halkaların merkezinde bulunan ise kasıklarının arasında bir kurşun top gibi büyümüş prostat sancılarının bu görüşmelere ne kadar izin vereceği… Tarihten kopup gelen seslerin armonisi eşliğinde, demokrasi duygumuzu zedelemeyecek kadar idealist, yaşanılan gerçekliği göz ardı etmeyecek kadar realist olmak gerekiyordu.

Bir yanda idealizm, bir yanda yaşadığımız gerçekler, bir yanda genel kurul salonunun kale kapısına kadar uzanan kırmızı halı metaforu, diğer yanda bu halıya düşen ayak izlerinin sorumluluğu…

Önce yürümek sonra anlamlandırmak gerekiyordu.

Kapıyı, sağ eliyle itti. Düşüncelerini omuzlarına alarak, kelimeleri tartacak, yüzlerdeki ifadeleri anlayacak, sesine ayar verip, yavaş yavaş yükselen ama tarihin derinliklerinde akıp gelen bir ses tonuyla denge oluşturacaktı. Kimsenin ne içindeki karmaşadan haberi vardı ne de yaşadığı prostat sancısından.

Kapı yavaşça açıldı. Önde Başkan, arkasında iki kâtip üye ağır adımlarla kürsüye yönelip koltuklarına oturdular.

Dışarıdan gelecek en küçük ışık huzmesine kapalı bu kubbemsi çatının altında, bazılarının yüzlerinde yılgınlık ifadesi, bazılarında öfke, bazılarında ise tekrarlana tekrarlana kanıksanmış kelimeleri bir an önce sıralama telaşı vardı.

Dışarıdan bakıldığında, sakin hatta kayıtsız gibi duran ama içlerinden derin hesaplar yapan grup başkanları, birazdan başlayacak hararetli tartışmaların galip aktörü olabilmek için mücadele edeceklerinden, depoladıkları enerjiyi boş yere tüketmek istemiyorlardı. Grup başkanları için en büyük talihsizlik bu oturumun kapalı olmasıydı. Gazeteciler ve kameralar olmayacaktı. Ama yine de her birinin kendi konuşmalarını cep telefonları ile dışarıya aktaracak sadık üyeleri vardı. Hatta konuşmaların izlenme oranlarını artıracak sahte hesaplardan oluşmuş bir sosyal medya ordusu da hazır kıta bekleyecekti.

Genel kurul, herkesin alışık olduğu bir oyun sahnesiydi. Grup başkanları gruplarının ön sırasında yer alırken, arkasında kendi grubunun üyeleri askerî bir disiplinle sıraları doldururdu. Kullandıkları oyların, sözlerin ve hatta suskunlukların bile birer strateji olduğu bu arenada, duruşlar dahi bir mesaj içeriyordu.

Genel kurulun tek bağlantısız üyesi, her zamanki gibi en arka sırada yerini almıştı. Bulunduğu noktadan sesini duyurması zor olsa da kendince seçilmiş tek bağlantısız üye sorumluluğu ile her oturumu kesintisiz takip ederdi. Arkasında kendisini destekleyen bir üye grubu olmadığı için, bazen konuşmalarına yalnızlığın duygusallığı yansır ve kelimeler titreyerek ağzından çıkardı.

Başkan, herkesin dikkatinin kendisi üzerinde yoğunlaştığını hissetti. Bu kürsüye her çıkışında tarihi sırtında taşıyor gibi hissederdi zaten. Söylenecek her sözün sadece bugüne dair değil yarını da şekillendirecek bir temel taşı olduğunu düşünüyordu. İki elini kürsüye koydu, sonra sağ eliyle tokmağı aldı, gonk sesi çıkaracak kürsünün kenarındaki metal kısma tokmakla vurdu.

Derin bir nefes aldı. Yaşadığı prostat sorununun idrarını oturum sonuna kadar tetiklememesi için ‘Ya Rabbim beni mahcup etme!’ diye dua etmişti. Bu biyolojik sorunun iktidar gücünü etkileyecek bir soruna dönüşmesi ise zihnini meşgul eden en büyük kaygısıydı.

Bütün gözler projektör gibi kürsüye yönelmişti. Dikkatler ilk kelimenin çıkışını bekliyordu.

Muhterem Üyeler…!

“Bugün burada yalnızca bir toplantı yapmıyoruz; bilakis, tarih denilen o ulvi defterin yeni bir sahifesini açıyoruz. Unutmayalım ki şu meclis, milletin iradesinin tecessüm ettiği yüce bir makam ve sarf ettiğimiz sözlerimiz ise geleceğimizin inşasında tuğla taşlarıdır.”

Bu giriş cümlesi, meclis üyelerinin gururunu yeterince okşamıştı.

Şimdi toplantının seyrinin sorunsuz devam edebilmesi için usulüne uygun ikazlar da yapılması gerekiyordu. Ardından ölçülü bir ses tonuyla salona bakarak;

“Demokrasi, evvelâ bir meşveret meselesidir. Her birimizin sarf ettiği sözler, bir müzakereden ziyade, milletin istikbâline işlenen bir kitabedir. Ne var ki, en yüce temsilin idrakinde siz değerli üyelerin müzakereyi mücadeleye, fikrî ihtilâfı şahsî tartışmaya çevirmesi, aklıselime uygun değildir. Zira bizler, hürriyetin ve istişarenin geçerli olduğu bu asırda, gereksiz tartışma ile vakit kaybetmenin manasızlığını müdrik olmalıyız.

Binaenaleyh, siz değerli üyelerimizin hikmetle ve ferasetle müzakerede bulunmasını temenni eder, Genel Kurulumuzu saygıyla selamlarım” dedi.

BİRİNCİ OTURUM

Meclis Başkanı, görüşülecek kanun teklifini okuması için sağ yanında duran kâtip üyeye sözü verdi.

Kâtip üye, mikrofona doğru eğilerek önce boğazını temizledi. Sonra tok bir sesle:

Meclis Başkanlığına…

“Ahkâmı içtimaiye karşısında ferdi hareketlerin önlenmesine dair kanun…”

Gerekçe:

Toplum düzeninin muhafazası her ferdin, ahkâmı ictimaiyeye riayet etmesi ile mümkündür. Bu itibarla cemiyetin selameti ve asayişi adına konulan kanunların hilafına hareket eden ve şahsi meşrep ve karakteri ile umumi intizama muhalif fiiller icra eden kimselerin hal ve ahvali, yalnız kendilerini değil, bilcümle ahaliyi tesir altında bırakır. Bu nedenle ahkâmı ictimaiyeye muhalif hareketlerin yasaklanması ve cemiyet nizamının muhafazası zaruridir.

Madde 1

Toplumsal nizama muhalif hareket eden kimse evvelemirde ikaz olunur. Tekerrürü halinde zabıta marifeti ile münasip bir yere götürülerek usulü dairesinde caydırıcılık şartı gerçekleşene kadar darp edilir.

Madde 2

Cemiyetin huzuruna muhalif devam eden fiillerin tekrarı halinde, mütecaviz şahıs hakkında umumi mekânlarda bulunmama tahdidi uygulanır.

Madde 3

Ahkâmı umumiyeye muhalif fiillerin alışkanlık haline gelmesi durumunda her tür ceza münasiptir.

Tekerrür eden fiillerin cemiyet nizamına tehdit oluşturması karşısında, ikametinden alınarak başka bir mahalde zorunlu ikamete tabi tutulur.

Yürürlük

Bu kanun yayınlandığı tarihte yürürlüğe girer.

Salonda kısa bir sessizlikten sonra, en arkadaki bağlantısız üye, birçoğunun aklından geçtiği ama ifade edemediği soruyu sordu; “Sayın Başkan, bu kanun tekfini kimse anlamasın diye mi böyle yazdınız?”

Başkan, bu soruya sinirlendiğini, kaşlarını hafif çatarak belli etti ama bugün tartışmayı bu noktadan açmaya niyeti yoktu. Sesini şefkatli bir tona ayarlayarak “Efendim, kanunların bir dili vardır, bir de ruhu. Siz muhterem üyelerimizin müteaddit kez onayından geçen kanunlarımız, hep bu dilde yazıldı.

Aslında, sorduğu soruya cevap aramayan bağlantısız üye sadece etrafındaki birkaç kişinin duyabileceği şekilde ‘Ruhu bedenden ayırıp kuru bir ceset yaptınız’ diye mırıldanarak yerine oturdu.

Meclis Başkanı geleneksel olarak ilk sözü sayıca en küçük grup başkanına verdi.

Dördüncü grup başkanı, meclis kürsüsüne ağır adımlarla ilerlerken hafif öksürüp boğazını temizledi. Çünkü söyleyeceklerinin çok önemli olduğunu düşündüğü için sesi güçlü ve tok çıkmalıydı. Kürsüye birkaç adım kala, ceketinin düğmesini ilikledi. Başkanı selamlayarak kürsünün başına geçti. Meclisin en küçük gurubu olmasına rağmen, milletin asli sahibinin kendileri olduğunu düşünerek oldukça özgüvenli hareket eden bir grubun başkanıydı. Büyük cümleler kurmuştu kafasında, bir kısmını da kürsüye koyduğu kartlara yazmıştı. Büyük cümlelerin, büyük sorunları çözeceği bir dönemde yaşıyorduk. Bu büyük cümlelerin son kelimesine tok bir vurgu yapınca büyük alkış alacağını düşünüyordu.

“Değerli Üyeler,

Bugün, burada toplumsal düzenimizin selameti için çok önemli bir meseleyi tartışıyoruz. Ferdi çılgınlıkların, toplumun kutsal dengelerini bozmasına katiyetle izin vermemeliyiz.”

Vurucu ilk cümleyi söylemişti. Farklılıkları ‘bireysel çılgınlık’ şeklinde kavramsallaştırarak mahkûm ettiğini düşündü.

“Bu meclisin duvarlarına sinmiş tarihin sessiz tanıkları da şahit olsun ki; kültürümüzü, ahlaki değerlerimizi ve milli gururumuzu kökünden sarsabilecek, hiçbir eylem ve düşünceye geçit vermeyeceğiz.”

Son cümleyi söylerken kendi gurubuna dönmüştü. Beklediği alkış grubun tüm üyelerinin katılımı ile gerçekleşmişti.

Biraz vites yükseltmek gerekiyor şimdi.

“Şimdi, birileri çıkıp diyor ki: ‘Bırakın insanlar istediği gibi yaşasın!’”

İkinci grup sıralarından bir bayan üye “Evet tam da bunu diyoruz” diyerek ilk sataşmasını yapmıştı bile.

Grup başkanı; “Hayır efendim, bırakmayız. Ne zaman bıraktıysak başımıza iş açıldı. Önce farklı giyinmeye başladılar, sonra farklı düşünmeye, farklı konuşmaya başladılar. Geriye dönüp baktığımızda millet diye bir şeyin kalmadığını gördük. Böyle olmaz efendim, buna izin veremeyiz.”

Alkışlar…

“Değerli Üyeler!

Biz, tarihin yükünü omuzlarımızda taşıyan bir milletiz. O kadar büyük bir yük ki, bazen bu kürsüde konuşurken bile insanın beli bükülüyor. Ne yapalım? Ceddimizden bize miras kaldı bu duruş. Ama gel gör ki ‘Dik duracağız’ derken bu yük bizi kamburlaştırmış.”

İkinci guruptan bazı üyelerin hafifçe gülüşmeleri hatibin dikkatini çekti ve bu tavırdan........

© Perspektif