menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gecikmiş Bir Yazı: İkna ve İktidar

11 10
21.08.2025

İkna, o kadar da masum bir olgu değil ya da en azından manipülasyona fazlasıyla açık. Kendimiz de dahil başkalarını kandırmaya dönüşebiliyor. Haliyle insan kendini kandırmadan -pardon- inandırmadan başkalarını nasıl inandırabilir ki? İşte tam da o noktada ikna olduğumuz ne varsa inancımızın parçası kılıyoruz.

Uzunca bir süredir bu platformda yazamadım. Aslında bu yazıyı ne zamandır kafamda ne kadardır da klavyede döndürdüğümü bilmiyorum. Bunda, geçirdiğim ufak bir ameliyatın öncesi ve sonrasındaki fiziksel değil ama zihinsel nekahet dönemlerinin etkisi kadar yazı yazmaya kendimi ikna edemeyişimin de oldukça etkisi oldu. Ama bir yerden tekrar başlamak gerekiyor. Niyet ettim, niyet eyledim yazmaya: Vira bismillah.

İkna, adeta imanın, umudun, aşkın, güvenin ve rızanın ilk aşaması. Buna kendi kendimizi ikna etmemiz de dahil. O yüzden kendimi sıklıkla şu kadim duayı ederken buluyorum: “Allah’ım, değiştirebileceklerimizi değiştirme gücü, değiştirmeyeceklerimize sabretme metaneti ve ikisini ayırt etme feraseti ver.”

Yukarıda da belirttiğim gibi bir süredir kafamda hassaten ikna ve rıza kavramlarını ve bu iki olgunun birer süreç olarak nasıl işlediğini döndürüyorum. Herhangi bir soru/n karşısında eğer bireysel müktesebatım cevap bulmaya yetmiyorsa, herkes gibi, başkalarının cevapları beni ikna ettiğinde o cevaplardan ve sahiplerinden razı oluyorum, Allah da onlardan razı olsun. Mesela, Sevan Nişanyan’ın sosyal medyadaki kısa bir videosunda neden Türkiye’de bir halk hareketi olmadığını gayet beliğ bir şekilde, hatta elzem miktarda küfürle süsleyerek anlatışı beni ikna etti. Aslında bu ikna sürecinde benim de aynı cevaba daha öncesinde ulaşmış olmamım etkisi vardır ve bu sadece halk hareketleri karşısında Türk devlet refleksi bağlamında değil daha geniş anlamda devletin tarihsel ortaya çıkışı ve sürdürülebilmesinin ancak cebren mümkün olmasından kaynaklanmaktadır. Zira ikna sürecinde yatkınlık tarafını da atlamamak lazım, çünkü zaten neye teşneysek cevabımızı başkasından duyunca daha bir gönül rahatlığıyla ikna oluyoruz. Öte yandan ikna, anlam bakımından paradoksal bir süreç. Kendi kendinizi ikna ettiğinizde hem fail hem meful olurken, sizi başkası ikna ettiğinde meful olsanız da ikna olduğunuz için fail de oluyorsunuz.

İknayı Seçeneksiz Bir Rızaya İndirgemek

Ne zaman aklıma ikna kavramı gelse gayr-i-ihtiyari o meşum ikna odaları da akabinde ve detayında gelir ama bestesi ve güftesi Sinan Akçıl’a ait Ajda Pekkan’ın pek de güzel söylediği Arada Sırada şarkısındaki gibi “Arada sırada aklıma geliyor/Geldiği gibi de gitmeyi bilmiyor”. Bu vesileyle Lokman Hekim ölüme çare bulamasa da tababet ilminin nerelere geldiğinin ve emeklilik yaşının öyle EYT ile 40’lı yaşlarda değil de en azından 75’e hadi bilemedin 70’e çekilmesinin gerekliliğinin canlı kanıtı Sayın Pekkan’a uzun ömürler diliyorum. Umarım bu önerimi başta enflasyonu düşürmek üzere vergi oranlarını ve çeşitlerini artırmak marifetiyle talebi kısarak, ekonomimizi soğutarak hepimize nefes aldırmak için canla başla çalışan maliye bürokrasimiz de dikkate alır. Bir zahmet bu öneriyi Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e ulaşacak şekilde şöyle elden ele uzatalım. Neyse efendim, binyıl ömür biçilmesine rağmen 10 yıl bile dayanamayan 28 Şubat’ın nişanelerinden ikna odaları, kadınlara kendilerini tanımladıkları kimliklerinden vazgeçmeleri karşılığında yükseköğretimin parçası olma imkânı tanıyıp dışarıdan bakıldığında oldukça demokratik ama biraz yakına gelip bakıldığında Sovyetlerdeki Gulagları aratmayan ceberut bir mekanizmaydı. İnsanları canları, malları veya yükseköğretim haklarıyla tehdit edip “Bak sana da ne güzel seçme hakkı sunduk ve sen de seçimini yaptığına göre sana bu seçimi sunanları suçlayamazsın” demek ne kadar abes ise iknayı seçeneksiz........

© Perspektif