Çağdaş Kötülüğün Metafizik Çanağı: “Tanrı Tutulması”, “Unutulması” ve Ölümü”
Materyalist Komünizm ideolojisi adına Stalin ve Mao tarafından yapılan katliamlar, Hitler’in Faşizm adına Yahudilere uyguladığı soykırım (Holokost), Sırpların Boşnaklara karşı işledikleri soykırım (Srebrenitsa) ve İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım… hepsi, çağın ruhunun tipik tezahürleridir. Bu soykırımlara Hristiyanlığın veya Yahudiliğin “maske” edilmesi, gerçekçi değildir ve komiktir.
- İLHAMİ GÜLER
- 21 Ağustos 2025
Çağın Ruhu (Zeit-geist)
Nietzsche’nin teşhis ettiği gibi, Batı’nın “Sarışın Canavarları”nın kendi güç istençlerine bir maske olarak kullandıkları örgütlü dindarlık (bu “dindar”lığın, Hz. İsa ve onun mesajı olan “İncil” ile hiçbir alakasının olmadığı apaçıktır) olarak “Kilise”nin, Orta Çağ’da Tanrı adına işledikleri cinayetlerden sonra; “Aydınlanma” ile bu canavarlar, Tanrı’nın tahtına oturup (Hümanizm) edindikleri maskeyi atarak (Kilise’yi devre dışı bırakarak), endüstri/teknoloji devrimi ile yeryüzünü kolonileştirmeye başladılar. Bu tutku/güç istenci, iki dünya savaşının çıkmasına; Faşizm ve Kapitalizm gibi iki politik ve iktisadi sistemin zuhuruna sebebiyet verdi. “Doğu”nun dinsel ruhu/genetiği (Budizm/Çin-Ortodoksluk/Rusya), bu sömürü düzenine “Komünizm/Sosyalizm” ideolojisi ile karşı koymaya çalıştı. Ancak, dinin özü olan “Tanrı”yı reddettiği için (Batı’nın materyalizm ayartısı), dinden çıkmış seküler vicdan, tek başına başarılı olmaya takati yetmeyip çöktü. Sonunda Çin de Rusya da Kapitalizm’e geri döndüler.
Aydınlanma ile içine girilen bu süreç (Zeit-geist) “Tanrı’nın Ölümü” ve “Çölleşme” (Nietzsche); “Tanrı Tutulması” (M. Buber); “Tanrıların göçüp gitmesi” (Hölderlin); “Kutsal/katı olanın buharlaşması” (K. Marx); “Kutsal kubbenin çökmesi” (M. Weber); “Çoraklaşma” (T. S. Eliot); “Ruhtan zekâya geçiş” (Heidegger); “İnsanın Ölümü” (M. Fucoult); “İnsanın Haz/Arzu Makinasına Dönüştürülmesi” (G. Deleuze-F.Guattari); “Hiçlik Çağı” (P. Watson) ve “Tağutluk/Şeytanlık (Tanrı’nın Unutulması)” (Kur’an) olarak nitelenmiştir.
Bu süreci Hannah Arendt şöyle yorumlar: “Homo Faber’in (alet yapan insan) insan-merkezci yararcılığı, en gelişkin ifadesini, Kant’ın (Aydınlanma’nın babası): ‘İnsan, asla amaç için araç haline getirilemez; her insan varlığı, kendinde bir amaçtır’ formülünde bulmuştur… Ancak, trajedi şuradadır ki, Homo Faber, kendi etkinliğini yerine getiriyormuş göründüğü anda, aklı ile ellerinin nihaî ürünü olan şeyler dünyasını değersizleştirmeye başlar. Şayet faydalanan/kullanan kimliğindeki insan, en yüksek amaç ise; ‘her şeyin ölçütü’ ise; o zaman Homo Faber’in işine dayanağını veren doğa, neredeyse salt ‘değersiz bir malzeme’ gibi muamele görmekle kalmaz; ‘değerli’ şeylerin kendileri de kendi aslî ‘değer’lerini yitirerek salt araçlar haline gelirler” (H. Arendt, İnsanlık Durumu. Çev: B. S. Şener. İst. 2006. s. 230).
Semavi/ilahi dinlerin temel değerleri olan ahlaklı bir “Tanrı” ve onun vadettiği ahlaki bir sonuç olarak “Ahiret”ten kopmuş modern (Aydınlanmış) “insan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunun farkına varırsa, o zaman Jean Paul Sartre’ın, ‘korkunun, insanın kendi kendisini bilmesiyle özdeş olduğu’ savı, anlaşılır olur: Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar. Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise; o zaman insanın özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş bir yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. Ölüm, -eğer hâlâ gerçekten yaşanmamış bir hayatın sonunu oluşturuyorsa-; daha korkutucu olur. Bu nedenle ölüm korkusu, ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında ‘ölümden öncesine’ ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye hâkim olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine iter” (A. J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü üzerine”. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde. Haz. İoanna Kuçuradi. Ank. 1997. s. 218-219).
Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü”, “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş” metafiziğinin çağımıza egemen olduğunu söyleyen Heidegger, bu durumu şöyle tasvir eder: “Biz geç modernleri örtülü bir şekilde -kendimiz de dahil- ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız (Bastand), yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür ‘kaynaklar’ olarak anlamaya ve bu tarz da ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır” (Ian D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. s. 75).
Günümüz toplumlarını “Şeffaflık Toplumu” olarak niteleyen Byung Chul Han, çağın ruhunu şöyle tasvir ediyor: “Günümüz şeffaflık toplumu, içinde metafizik bir gerilim barındıran o Tanrısal ışıktan (Nur-İG) yoksundur. Şeffaflıkta aşkınlık yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık olmaksızın içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Şeffaflığın ortamı, ışık değil; aydınlatmak yerine, her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünebilir kılan ışıksız bir ışınımdır. Bu ışınım, ışığın (Nur) aksine; müdahaleci ve delicidir” (Byung Chul Han. Şeffaflık Toplumu. Çev: Haluk Barışcan. İst. 2022. s. 59).
Çağın ruhunu “Sahip Olmak “olarak kavramsallaştıran Erich Fromm, onu şöyle tanımlar: “Bu insan, mutluluğu, başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmaktadır. ‘Olmak’ ilkesinde ise, mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir” (Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak. Çev: A. Arıtan. İst. 1990. s. 121).
Heidegger’in, modern çağın........
© Perspektif
