Zorunlu Okul, Dönüşen Hayat ve Bağnaz Israr
Türkiye’deki sosyal-siyasal gerçekliğin niteliği doğrudan doğruya eğitimin kaderini belirlemektedir. Bu nedenle ekonomik ahval, siyasal gerçeklik, devlet-toplum ilişkisi, kültürel-entelektüel vasat, akademik performans ne düzeydeyse aşağı yukarı eğitimimizin görünümü de bunların bir yansıması olarak vardır. Ekonomi ne kadar rasyonel işliyorsa, bölüşüm ve paylaşım ne kadar adilse eğitimdeki durumumuzun da o kadar olacağını, olabileceğini görmemiz gerekiyor.
- ABDULBAKİ DEĞER
- 9 Eylül 2025
Türkiye’de eğitim mevzusunu etraflıca konuşmayı güçleştiren bir gerçeklik var. Eğitim-öğretim konuşmamız, kurumsal yapılanmamız ve işleyişimiz bu gerçekliğin blokajı altında belli bir döngüye sıkıştırılmış şekilde ilerliyor. Böyle olduğu için de ne anlamlı bir sorun tespiti yapabiliyoruz ne de dolayısıyla işlevsel bir çözüm üretebiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında eğitim alanındaki en büyük problemimiz, mevcut alan kavrayışımızdır. Modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana ana gövdesini muhafaza eden bu kavrayış, ideolojik-politik-sembolik bir takım makyajlarla farklı görünüme büründürülmeye çalışılsa da bugün de bütün varlığıyla hayat sürmektedir. Nitekim birkaç yıl önce mevcut Milli Eğitim Bakanı “Cumhuriyetin başından bu yana eğitim alanında minimal değişiklikler dışında paradigmatik bir değişiklik yapılmamıştır” demiştir.
Türkiye Ne İse Okulu da Odur
Bu kısa girişten hareketle mevcut eğitim sistemimize ilişkin birkaç hususa değinmekte yarar görüyorum. Birincisi eğitim-öğretim sistemleri içinde yer aldıkları sosyal-siyasal varlığın bir bileşeni olarak okunmalıdırlar. Dolayısıyla Türkiye’deki sosyal-siyasal gerçekliğin niteliği doğrudan doğruya eğitimin kaderini belirlemektedir. Bu nedenle ekonomik ahval, siyasal gerçeklik, devlet-toplum ilişkisi, kültürel-entelektüel vasat, akademik performans ne düzeydeyse aşağı yukarı eğitimimizin görünümü de bunların bir yansıması olarak vardır. Ekonomi ne kadar rasyonel işliyorsa, bölüşüm ve paylaşım ne kadar adilse eğitimdeki durumumuzun da o kadar olacağını, olabileceğini görmemiz gerekiyor. Asgari ücret, yoksulluk sınırının altındaki yaşam belirli kısıtlılıkları nasıl koynunda taşıyorsa, nasıl yapısal bir şiddete, terbiye maruz bırakıyorsa bunların aynı zamanda eğitim faaliyetinin fiilen etkisini, çapını belirlediğini anlamamız gerekiyor. Siyasal yapılanmamız ve işleyişimiz ne kadar katılımcı ve kapsayıcı, ne kadar özgürlükçü ve insanların talep ve beklentilerine duyarlı ise eğitim sistemimizin karakteri de o kadar olabiliyor. Başka türlüsünün olabileceğini düşünmek zaten akla ziyandır. Türkiye’nin kendisi varlığı, kurgusu ve işleyişi ile en büyük okuldur. Hatta daha da ileri giderek Türkiye’nin de içinde bulunduğu günümüz dünyasının kendisi önemli bir okula dönüşmüş durumdadır. Küreselleşme sürecinin her yeri birbiriyle bağlantılı hale getirdiği bir yerde bu etkileşimi yönetmek, yönlendirmek işlevi ve etkisi son derece sınırlı bir okul düzeneği üzerinden mümkün değildir nitekim mümkün olmadığı da yaşadığımız anomik vaziyetten anlaşılmaktadır. Bu yüzden eğitim faaliyetini kendi içinde işleyen steril, iktidarların/toplumların arzularını gerçekleştiren sihirli bir değnek olarak görmek yerine daha çok parçası olduğu ekosistemi yansıtan, onu meşrulaştıran ve yeniden üreten bir ideolojik-politik mekanizma olarak görmek gerekmektedir. Eğitim-öğretim bahsinde kıyametin koptuğu yer burasıdır ve sistemik tedbirlerin alınması gereken yer de doğal olarak burasıdır.
Okul Sadece Bilgi Aktarım Yeri Değildir
MEB’in tekelinde okul temelli olarak sürdürdüğümüz faaliyetin anlamsız olduğu, konuşulmaya değer olmadığı anlamına gelmez bu eleştiri. Ancak anlamlı bir iyileşme, ilerleme her şeyi yerli yerine oturtabilmekle mümkün. Bütünü görmek, derin bağlantıların farkında olmakla mümkün. Gelelim okullarımıza. Bir öncesi ve sonrası yokmuş gibi okul parantezi içinde yapılıp edilenlere de........
© Perspektif
