menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Romanda ve Sinemada: “Karanlığın Yüreği”

15 1
wednesday
Joseph Conrad.

Joseph Conrad’ın 1899 tarihli kısa romanı Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği), sömürgecilik dönemi Afrika’sının karanlık kalbine cesur bir yolculuktu. Aradan yıllar geçip Vietnam Savaşı patladığında, Francis Ford Coppola bu hikâyeyi bambaşka bir coğrafyaya, 1979 yapımı Apocalypse Now (Türkçede gösterimde “Kıyamet” adıyla bilinir) filmine uyarladı.

Ortaya, insan ruhunun en karanlık köşelerine doğru uzanan, hem edebiyat hem sinema tarihinde iz bırakan iki eser çıktı. Biri 19. yüzyıl sonu Afrika ormanlarında filizlenen sömürgeci deliliği anlatır, diğeri 20. yüzyıl ortasında Vietnam’ın buharlı cangıllarında kaybolan askerî çılgınlığı. Ama ikisi de özünde aynı şeyi sorar:

Medeniyetimiz ne kadar ince, altımızdaki karanlık ne kadar derin?

Conrad’ın romanı ve Coppola’nın filmi ilk bakışta farklı dünyaların ürünleri. Biri edebiyat klasiği, diğeri Hollywood’un epik savaş filmlerinden ama kimin umrunda? Bu ikili arasındaki akrabalık öylesine derin ki, Apocalypse Now için Heart of Darkness’ın ruh ikizi diyebiliriz.

Coppola, Conrad’ın kaleminden damlayan sömürgecilik eleştirisini alıp Vietnam Savaşı’nın ortasına bırakırken, özündeki mesajı da korumayı başarıyor: İnsan dediğin, şartlar elverdiğinde içindeki canavarı serbest bırakmaya meyilli, o karanlığa düşmeye hazır bir varlık. William Golding’in 1954 yılında yazdığı Sineklerin Tanrısı romanı ( ve ondan ilhamlanan The Beach filmi) benzer bir temayı işler.

Hem romanda hem filmde görüyoruz ki büyük ideallerin arkasına sığınanlar (uygarlık götürmekmiş, komünizmi durdurmakmış fark etmez) bir bakmışsın en büyük vahşeti yapıyor. Bu kez, Öteki Sinema okurları için, Conrad’ın Heart of Darkness’ındaki ana temaları ve sosyolojik arka planı masaya yatırıp, Coppola’nın Apocalypse Now’da bu temaları nasıl yorumlayıp beyazperdeye aktardığını açıklamaya çalışacak, roman ve filmin güçlü yönlerini överken, eleştirel gözlüklerimizi de takıp Vietnam Savaşı’nın yorumuyla sömürgecilik eleştirisinin paralel ve ayrışan yönlerine kafa yoracağız. Hazır olun: Karanlığın Yüreği’nden kopup gelen bu Kıyamet, yüksek tempolu, sivri dilli ve hafif şok etkili bir yolculuk vaat ediyor.

Karanlığın Yüreği: Romanın Arka Planı ve Temaları

Cezalandırılmış çocuk yaştaki iki Kongolu.

Heart of Darkness Victorien dönemin sömürgecilik zihniyetine okkalı bir tokat atar. Joseph Conrad, bizzat 1890’da Kongo’ya gidip bir buharlı gemiyle Kongo Nehri’nde kaptanlık yapmış, medeniyet getirme söylemi altında neler döndüğünü kendi gözüyle görmüştü. Avrupa’nın büyük güçleri “uygarlık taşıyoruz” palavralarıyla Afrika’yı dilim dilim kesip mideye indiriyordu. Özellikle Belçika Kralı II. Leopold tam bir koloni kasabı çıktı: Kongo’yu kendi şahsi çiftliği yaptı ve on milyondan fazla insanın ölümüne sebep olan bir sömürü düzeni kurdu. Leopold’un ajanları yerlileri zorla çalıştırıyor, kauçuk kotasını dolduramayanın elini kesiyordu. “Medeniyet” dedikleri şey buydu işte – zulüm, açlık, soykırım; tam bir cehennem. Conrad’ın romanı da işte bu cehennemi resmediyor.

Romanın sosyolojik arka planı, 19. yüzyıl sonundaki vahşi sömürgecilik. Kongo özgür devleti adı altında (ironiye gel!) kralın insafına bırakılmış kanunsuz bir av sahasıydı. Beyaz adamın açgözlülüğü ve vicdansızlığı “kara kıta”yı kendi karanlığına boğuyordu. Heart of Darkness işte bu ortamda bir Avrupa şirketinin peşine takılan denizci Marlow’un hikâyesini anlatıyor. Marlow hevesli bir kaşif olarak “haritalardaki boşlukları doldurmak” sevdasıyla Afrika’ya gidiyor ama idealizm balonu çabucak patlıyor. Dış İstasyon’da ilk gördüğü manzara, zincire vurulmuş, ölümü bekleyen yerli işçiler – uygarlığın getirildiği(!) insanların iskelete dönmüş halde toprağa yığıldığı bir ölüm korusu. Medeniyet perdesinin ardında resmen cehennem var. Conrad bunu öyle etkileyici bir dille veriyor ki, okur da Marlow’la birlikte tokadı yiyor: “Uygarlık” dediğimiz şey koca bir yalan!

Romanın baş kötüsü diyebileceğimiz Mr. Kurtz, aslında o düzenin hastalıklı bir ürünü. Belçika Şirketi’nin en başarılı ajanı, sözde yerlileri uygarlaştırmak için raporlar yazan, pranga gibi “aydın idealler” taşıyan bir adamken, Afrika’nın derinliklerinde tüm cilasını kaybediyor. Kurtz, medeniyetten uzakta tam güç ve cezasızlıkla baş başa kalınca ilkel içgüdülerine teslim oluyor. Etrafında yerlilerden kendine tapınan bir kabile oluşturmuş, topladığı fildişi için önüne çıkanı katleden, kulübesinin çevresine kestiği kafa taslarını kazıklarla dizen bir manyağa dönüşüyor. Conrad bu karakterle, “tüm Avrupa’nın Kurtz’un yaratılmasına katkıda bulunduğunu” vurgular. Yani o zamanki her beyaz Avrupalının içinde, uygarlık maskesini çıkarınca bir Kurtz potansiyeli var – ırkçılık, açgözlülük, güce tapma hepsi bizde mevcut karanlıklar. Conrad alaycı bir şekilde “tüm Avrupa medeniyeti Kurtz’u yarattı” derken, o medeniyetin sahtekârlığını ifşa ediyor. Bu ifşa güncellenerek günümüze kadar geldi. 2016 yapımı The Legend of Tarzan filmindeki, II. Leopold tarafından elmas bulmak ve bölgeyi kontrol etmek üzere gönderilen açgözlü bir Belçikalı yetkili olan Kaptan Leon Rom karakteri de açıkça Kurtz’dan ilhamlanır.

Marlow da yolculuğunun sonunda bunun farkına varıyor: O güne dek beyaz adamın dünyaya ışık götürdüğüne inanmışken, Kurtz’da bu bahanenin nasıl bir rapacious folly (açgözlü çılgınlık) doğurduğunu görüyor. Kurtz’un son sözleri “The horror! The horror!” (Türkçeye “Dehşet… Dehşet…” diye çevrilen) tam da bu insanlığın özündeki dehşete bakıp sarf edilmiş. Yani adam, kendi yaptığı ve şahit olduğu vahşetin tiksintisiyle ölüyor.

Conrad, Avrupalıların “ışık götürme” masalını yerle bir ediyor: Şirket yetkilileri Afrika’ya sözüm ona uygarlık götüren “hayırlı birer hacı” pozlarında ama alttan alta tek dertleri daha fazla fildişi, daha fazla kâr. Kendi çıkarları için girmedikleri günah yok, sonra da timsah gözyaşları ile “yabanileri eğitiyoruz” hikâyesi anlatıyorlar. Marlow’un seyahati ilerledikçe, “karanlık” kelimesi hem fiziksel (orman, gece) hem de metaforik (ahlaki karanlık) anlamda büyüyor. O meşhur cümlede dediği gibi, “ışık bir parıltı, bir anlık bir şimşek gibi çaktı geçti; ama karanlık dün de buradaydı, bugün de hüküm sürüyor” demeye getiriyor. İnsanın mayasında dün de karanlık vardı, bugün de var – medeniyet sadece geçici bir titrek ışık.

Tabii romanın kendisi de tartışmasız değil. Nijeryalı yazar Chinua Achebe’nin meşhur eleştirisi, Conrad’ın eserinin Afrikalıları dile getirmeyip onları arka planda “sessiz bir karanlık” olarak resmetmesi nedeniyle ırkçı olduğudur. Achebe’ye göre Heart of Darkness, Avrupalının zihnindeki Afrika’yı, yani ilkel ve dilsiz bir dekor klişesini pekiştiriyor. Conrad gerçekten de Afrikalı karakterlere isim bile vermez, diyalog vermez; onların acısını beyaz anlatıcının gözünden görürüz. Bu, romanın güçlü anti-emperyalist duruşuna rağmen eleştirilebilir bir yönü. Yine de Conrad’ın amacı, aslen Avrupalının vicdanını yargılamak – bu uğurda belki yerli halkın perspektifini ihmal etti, doğru. Ama dönemi düşünürsek, bu denli sert bir sömürgecilik eleştirisi yapmak bile cesur bir işti. Heart of Darkness, kısacası, “uygarlık” kisvesi altındaki barbarlığı teşhir eden ve edebiyatta modernizmin habercisi sayılan, karanlık atmosferli bir başyapıt. Conrad’ın belirsiz, imgesel dili okuru adeta sisli bir kâbusa sokuyor: Ne tam görüyor, ne tam anlıyorsun – tıpkı Marlow gibi sende de bir huzursuzluk, bir şüphe büyüyor. İşte bu yüzden eleştirmenler romanı çok önemli buldu; geleneksel anlatıyı kırması ve okuru belirsizliğe sürüklemesiyle 20. yüzyıl romanının kapısını araladı.

Romanda sosyolojik bağlam ve tema bahsi açılmışken bir iki noktaya daha dokunalım: Conrad, hikâyesini bir çerçeve anlatı (frame tale) şeklinde sunuyor. Thames Nehri’nde demirlemiş bir gemide, Marlow’un ağzından dinliyoruz olanları. Yani Karanlığın Yüreği, aslında “aydınlanmış” dünyanın ortasında (Londra açıklarında) anlatılan bir Afrika anısı. Bu çerçeve, medeniyet ile vahşet arasındaki zıtlığı daha ilk sayfalarda yüzümüze çarpıyor: Britanya da bir zamanlar Roma İmparatorluğu için “karanlığın yüreği” idi. Marlow, “Bakın Romalılar buraya geldiğinde Britanya onlar için ne karanlık, ne vahşi bir yerdi” diye söze giriyor; böylece okuyucu şunu anlıyor: Dün siz “öteki”ydiniz, bugün başkasını “öteki” yapıp sömürüyorsunuz. Conrad’ın verdiği tarihsel perspektif, sömürgeciliğin ikiyüzlülüğünü tokat gibi patlatıyor: Güç el değiştirince medeni ile vahşi yer değiştirir. Özetle roman, dönemi için inanılmaz ileri görüşlü bir şekilde emperyalizmi sorguluyor ve “biz kimiz, karşımızdakini gerçekten tanıyor muyuz yoksa kendi karanlığımızı mı yansıtıyoruz?” sorularını ortaya atıyor.

Apocalypse Now: Vietnam Cangılı ve Conrad’ın Gölgesi

Gelelim Francis Ford Coppola’nın 1979 tarihli efsane filmine. Apocalypse Now, Conrad’ın hikâyesini birebir takip etmese de, onun ruhunu alıp Vietnam Savaşı’na uyarlayan, delilik ve karanlık temalarını patlama efektleri ve rock müzik eşliğinde sunan bir sinema başyapıtı.

Coppola, Heart of Darkness’ı almış, “sömürgecilik mi kaldı, alın size çağımızın sömürgesi Vietnam!” diyerek hikâyeyi güncellemiş. Sonuç: Kıyamet gibi bir film. Kimi eleştirmen “ya bu film biraz dağılıyor, ne anlatmak istedi tam bilemedik” dese de çoğunluk kabul etti ki Apocalypse Now, Amerika’nın Vietnam’daki askeri varlığına dair acımasız bir inceleme ve Conrad’ın romanındaki gibi insan ruhunun içindeki o karanlık potansiyele dair sarsıcı bir muamele sunuyor. “Apocalypse” kelimesi kıyamet demek malum; film de zaten daha en başta “bu savaştaki metaforik karanlık, bu adamlara kendi kalplerinde bir kıyameti yaşatıyor” önermesini koyuyor ortaya ki hakikaten, Vietnam ormanlarında gezerken karakterlerin yaşadığı şey tam bir içsel kıyamet.

Coppola, Heart of Darkness’ın temel yapısını koruyor aslında. Nasıl ki romanda Marlow bir göreve çıkıp nehir boyunca iç bölgelere ilerliyorsa, filmde de Yüzbaşı Willard adlı bir Amerikan subayı, donanmanın devriye botuyla Nung Nehri’nden Kamboçya sınırına doğru yol alıyor. Marlow’a “git Kurtz’u bul, durum raporu ver” diyen Şirket yöneticilerinin yerini, Willard’a “git Kurtz’u bul ve temizle” diyen generaller almış durumda.

Evet, Coppola hikâyeyi güncellemiş: Filmde Willard’a verilen gizli görev, delirdiği iddia edilen Albay Kurtz’u bulup öldürmek (emir net: “Onun işini bitir”). Yani romanın Kurtz’u ile filmin Kurtz’u isimden başka aynı: İkisi de sistemin gözbebeğiyken kontrolden çıkmış adamlar. Hem roman hem filmde Kurtz karakteri, uygarlığın boyası dökülünce altından çıkan vahşi gerçeği temsil ediyor. Conrad’ın Kurtz’u nasıl Şirket için utanç kaynağı olduysa, filmdeki Albay Kurtz da ABD ordusu için öyle bir baş belası. İki Kurtz da üstlerinin gerçek yüzünü ifşa eden bir ayna tuttukları için gözden çıkarılıyorlar. Şirket, Kurtz’un megalomanisini “hastalık, tedavi edelim” diye numara yaparken, ordudaki general de pişkin pişkin Willard’a “Her insanın bir kırılma noktası vardır, Kurtz o noktayı geçmiş” diyerek timsah gözyaşı döküyor. Ne ikiyüzlülük ama! Aslında derdi başka: Romanın Şirketi için Kurtz’un fazla başarılı olup rekor miktarda fildişi toplaması nasıl bir tehditse, filmde de Albay Kurtz’un kendi yöntemleriyle girdiği her çatışmayı kazanıp güçlenmesi de ordu için o kadar tehdit. Üstler, Kurtz gibi adamların çok ileri gitmesinden kokuyu alıyor: Conrad’ın romanında “Kurtz o kadar yetenekli........

© Öteki Sinema