Dostumuz, Müttefikimiz?!
1940'lardan bu yana Türkiye'deki siyasi geçmişin farklı bir gözle analizi.
Vatandaş için ülke gerçeklerinin perde arkasını anlama rehberi.
Dostumuz, müttefikimiz Amerika’yı biz Türkler çok severiz.
Eski Amerikan arabaları tutkunları vardır, belirli bir yaşın üstündekilerin bu arabalarla ilgili bir hevesi, bir hatırası mutlaka vardır.
Hele bir zamanların çizgi romanları; Zagor, Tomiks, Texas gibi kahramanlar ve yanlarındaki Çiko, Gamlı Baykuş gibi dostları.
Pazar sabahları izlediğimiz kovboy filmleri, akşamda izlediğimiz komedi, romantik vs filmler.
İyi, Kötü, Çirkin'de Clint Eastwood ve Lee Van Cleef, Gary Cooper, Anthony Quinn, Yul Bryner, Laurel Hardy, Charlie Chaplin vb (Yul Brynner Kral ve Ben filminden bir replik) izlerdik.
Hep iyiler kazanır, kötüler daima kaybederdi.
Mesela vahşi kızılderililer zavallı Amerikan göçmenlerini öldürür üstelik bir de kafa derisini yüzerek dehşet saçardı.
Sorgulamazdık, bilmezdik Kızılderili kim?
Neden bu göçmenlere saldırıyor?
Hatta bir de Kunta Kinte vardı.
Köle İsaura.
Amerika’daki nankör kölelerin hayat hikayelerini konu edinmişti.
Dallas ile Jr.’ı ve kötülüğü, şantajı tanıdık.
Flamingo yolu ile ahlaki değerleri atarak ahlaki yükten yavaş yavaş kurtulmanın hafifliğini tattık.
Daha neler yazılır neler, o kadar işlemiş ki zihnimize.
Ancak bu bile uzun oldu.
Benim vurgulamak istediğim husus ise dostlarımızın yüzümüze gülerken aslında bizi uçurumun kenarına nasıl getirdiği.
Hikayemiz 1945’lerde başlıyor.
Sovyetler Birliği Berlin’e giriyor, Yalta ve Potsdam Konferansı yapılıyor.
Dünyanın patronu olan İngiliz’ler diyor ki “Hakimiyetimizi sürdürmemiz için dünyayı iki kutba ayırmalıyız. Doğu Bloğu ve Batı Bloğu.”
Sovyetler Birliği'ne "sen doğuyu al biz batıyı" diyorlar.
İki kuzen batıyı alırken Sovyetler Birliği de doğuyu alıyor.
Aslında bu ülkelerin arasında bir sorun yok.
Sorun Hitler’le ve o da yenilmiş.
(Altını çiziyorum) Bu andan itibaren iki blok arasında uydurma bir düşmanlık üretiliyor.
Dünya insanları tehdit altında tutularak kolaylıkla yönetiliyor.
Bir tarafı Sovyetler Birliği sömürürken diğer taraf ise kuzenlerin elinde.
(Umarım bazıları 60 senedir anlayamadığı bazı şeyleri bu satırlarla anlar)
Biz neredeyiz?
Biz Milli Şef’in elinde makus bir kadere doğru savrulmaya başlıyoruz.
Geçenlerde bir toplantıda bir bey Halide Edip’in Milli Şef’in İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin gizli üyesi olduğunu yazdığını söyledi ancak teyit edemedim.
(Hatta İngilizlerin milli şefe bir petrol kuyusu verdiği ve halen torunları tarafından işletildiğine ilişkin bir bilgi de var ancak henüz bunu da doğrulatamadım.)
İlginç değil mi kahraman olarak düşündüğümüz kimseler hakkında tuhaf şaibeler var.
Burada bir açıklama yapayım.
Bir kişiyi ya da olayı analiz ederken bilgileri bir bütün içinde değerlendirmek gerekir.
Bu arada hayatın doğal akışı ve insan psikolojisi de akılda tutulmalıdır.
Bu dedikodular gerçek olabilir mi?
Bence olabilir.
70 senelik sürece baktığımızda bahsi geçen kimselerin temiz niyetlerle bazı şeyleri yapmadığına dair kuvvetli bir kanaat oluşuyor.
Devam edelim.
Dostlarımız toplum mühendisliği becerilerini geliştirme hususunda çok becerikliler.
İngilizlerin uzun yıllara dayanan sömürgeci geçmişi bu konuda oldukça iyi bir birikim sağlamalarına vesile olmuştu.
Batı bloğunun iç ilişkileri için çok profesyonel bir tarz izleniyor ve bilimsel olarak hala daha geliştiriliyor.
Almanlardan da çok istifade ediyorlar Goebbels’in tavsiyeleri, Ruzi Nazar’ın yapılanmaya ilişkin emekleri, gerek Almanya’dan gelen gerekse kendi yetiştirdikleri bilim adamlarının çalışmaları Toplum Mühendisliği alanında çok ciddi yol kat etmelerine imkan sağlıyor.
Yine unutulmaması gereken diğer bir şey ise; İnsan Hakları kavramının kuzenlerin haklarını ifade ettiğini bizim gibi Müslümanları veya Afrikalıları veya Japonları vs kastetmediğidir.
Devam edelim.
50’lili yıllarda başlıyorlar yaygaraya.
Sovyetler Birliği dünyaya komünizm getirmeye çalışıyor.
Komünizm, aşağı komünizm yukarı, yok Marks şöyle demiş yok Lenin böyle demiş vs vs…
Dostlarımız bizi çok sevdikleri (?!) için, daha iyi yönetilmemiz, daha hızlı bir şekilde müreffeh bir ülke olmamız için çok partili sisteme geçiş için baskı yapıyorlar.
Bu arada (bence) milli şef işin kötüye gideceğini anlayarak kurnazca iktidarı Menderes’e bırakıyor.
Menderes bir hava ile gelip bir şeyler yapamaya çalışıyor ama dostlarımız diyor ki; “Sen uçak üretme, biz veriririz. Sen otomobil üretme onu da veririz. Traktör mü? O kolay. Hemen veririz. Sen tarım ülkesisin. Sanayi üretimine heveslenme biz hepsini veririz."
Veriyorlar elbet ama yedek parça konusunda 10 kuruşluk şeyi 10 liraya satıyorlar.
Derimizi yüzüyorlar.
Menderesi şahsen sevmem.
Eskiden Türk-İslam Sentezi mavalları çerçevesinde kutsardık sonra sonra okudukça anladık ki aslında adam hiç de bize empoze edildiği gibi değil.
Ancak burada hayırlı bir şeyler yapmaya çalışıyor ve ülkeye teknoloji getirmek için Sovyetler Birliği ile temasa geçiyor.
Bu tutum müttefiklerimiz tarafından hiç hoş karşılanmıyor.
İngiltere ziyaretinde uçağı düşüyor ancak sağ kurtuluyor.
Derken bir sonraki hafta Sovyetler Birliği ile anlaşma, işbirliği vs ciddi bir takım görüşmeler yapılacakken Türkiye ihtilalle tanışıyor…
Yıl 1960.
Müttefiklerimizin NATO kapsamında yetiştirdiği subaylar ile ihtilal yapıp gerçek Atatürkçü 235 general ve yaklaşık 3.500 civarında (albay, yarbay, binbaşı gibi) subay emekliye sevk edilerek TSK’daki ilk temizlik gerçekleştirilmiş, böylelikle silahlı güç olan ordudaki çatlak sesler susturulmuştur.
Bilindiği üzere Menderes, Polatkan ve Zorlu idam edilmiştir.
Böylece dostlarımız siyasetçilerimize eğer kendi başlarına iş becermeye kalkışırlarsa başlarına ne geleceği hakkında akıldan kolay kolay çıkmayacak bir örneği zihinlere kazımıştır.
Sonraki yıllarda neler oluyor?
Mesela ordu da özel harpçi olarak yetiştirilen bir albaya bir parti aldırılıyor ve ülke için millet için canını vermekten geri kalmayacak gençleri teşkilatlandırması destekleniyor.
Bu yapının hem sivil hem de devlet kanalları tarafından önü açılıyor.
İl ve ilçelerde parti teşkilatları ve gençlik dernekleri ile milyonlar vatan için ölmeye hazır hale getiriliyor.
Çünkü (güya) Rusların Kars’tan girmesi an meselesidir.
Komünizm en büyük düşmandır.
Sovyetler Birliği bu işle fazla iştigal etmezken müttefiklerimiz kontrolsüz gelişmeler olmasın diye komünist dernek, parti vs de kendileri kendi adamlarına kurduruyorlar.
Onlar için ne kadar eğlenceli değil mi?
Bulmuşlar saf ve cahil Afrikalı bir kabile eğleniyorlar.
Bu arada da üstümüzden zenginleşiyorlar.
Unutmadan dostlarımız dini ihtiyaçlarımızı da karşılamak üzere her türlü fedakârlıktan kaçınmıyorlar.
Mesela Fetullah Gülen gibi bir kâinat imamını (?!) keşfedip hayallerimizi, ihtiyaçlarımızı karşılamak, gerek Türkiye’de gerekse dünyada itibarımızı yükseltmek için mesai harcıyorlar.
Hatta öyle ki adama komünizmle mücadele derneğini kurduruyorlar.
Başka bir misal ise Milli Türk Talebe Birliği’dir.
Ne kadar güzel bir isim değil mi?
Bana hep çok hoş gelmiştir.
Ancak zaman içindeki icraatlarını incelediğinizde dostlarımızla derin dayanışma içinde olduğunu görüyoruz.
Milli ve mukaddesat muhafazakarlığı görünümünde olan gerçekte ise Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından perişan halde bulunan millete kazandırılan bütün değerleri tahrip etmeye çalışan bir çizgi izliyor.
Genel olarak birlik ve müştemilatında İngiliz projelerinin Osmanlı – Türk soslu olarak pazarlandığını görüyoruz.
Bu arkadaşların savunduğu şeylere baktığınızda savunduklarının bu milletin zaten zayıflayan kazanımlarını yok edilirken, dostlarımızın dünyaya daha da hakim olmasına, kendilerinin daha da zenginleşmelerini sağlayacağını görmemek için insanın aklını abisine, değerli büyüğüne, efendi hazretlerine, sayın bakana, kıymetli vekiline vs kiraya vermesi gerekiyor.
Samimiyetle söyleyeyim ki geçmişte saygı duyduğum kimselerin bu halde olduğunu anlamak onlara karşı hissettiğim tüm saygının yerle yeksan olmasına sebep oldu.
Onları gördüğümde içimden geçen kelime “zavallı” oluyor, hele bir de hala dostlarımızın toplumu konsolide etmek için ürettiği kalıpları geveliyorlarsa tiksinme duygusu yaşamaktan kendimi alamıyorum.
Bu bilgi çağında bu kadar cahil kalabilmek, ahmaklıkta ısrar etmek inanılır gibi gelmiyor bana.
İnsan her an öğrendiği yeni şeylerle kendini geliştirir.
Bildiğini tekrarlamak gelişim sağlamaz.
Bulunduğu çukurda boğulmaya neden olur.
Bildiğinin dışında bir şeyler öğrenmek için karşıdakini de bir dinlemek lazım, sonra gerçekliğini sorgulamak lazım, sonra haklılık payı varsa daha derin incelemek lazım, önceki bildikleri ile mukayese etmek lazım, eğer kendisi yanlış içindeyse erdemli davranıp bağnazlık yapmadan hakikati kabul etmek lazım.
Bunu yapmak için adam olmak lazım, adam olmayan yani yeterli olgunluğa, irfana sahip olmayan kimse bunu beceremez.
Bu tür kimselere nefes ve zaman harcamak gereksiz değil de nedir?
Devam edelim.
O dönemde özel harp eğitimi almış 60 ihtilalinin kudretli albayının dışında siyasete başka yüzler de katılıyor.
Bana göre dünyanın bugün bu hale gelmesinin mimarı olan Kissenger’ın asistanı Karaoğlan sahneye çıkıyor.
Fullbright burslu bir çoban geliyor ve bir mücahit.
Ana kutuplar böylelikle tesis ediliyor.
Hepsinin hitap ettiği toplum kesimleri farklı.
Her görüşe uygun bir lider var.
Diyorum ya gerçekten çok profesyonel bir toplum mühendisliği yürütülüyor.
Sanki bir şeyler kendiliğinden oluyormuş gibi akıyor ve toplum bir şeylere hazırlanıyor.
Neye dersiniz?
70'li yıllarda toplum iyice kutuplara ayrılıyor ve birbirine sokuluyor.
Sağcı ve solcu gençler aptalca ülkeyi diğerinden kurtarmak için birbirini öldürüyor.
Ancak bugün resmin parçalarını birleştirdiğimizde görüyoruz ki esasen 70’li yıllardaki anarşi dönemi müttefiklerimizin bizim birlik ve beraberliğimizi artırmak için (?!?) geliştirmiş olduğu büyük projenin bir ayağı imiş.
Derken bir gün, çok soğuk olmayan bir Eylül sabahı 2. İhtilal geliyor.
Dostlarımız sevinç içinde.
“Bizim çocuklar başardı” diyerek sevinçle birbirlerini kutluyor.
Öyle ya dostu olan bizleri anarşiden el birliği ile kurtarmışlardı.
Bizim içimizde yer alan, orgeneralliğe kadar yükselmiş fakat onların olan çocuklar, yönetime el koyarak bizi anarşistlerin elinden kurtarmışlardı.
Ancak tuhaf bir şey vardı.
Bu anarşistler, bu ülkenin çocukları idi ve ülkeyi biri Amerikan emperyalizminden kurtarmaya çalışırken diğeri de pis moskofun elinden kurtarmaya çalışıyordu.
Aynı mahallenin karşıt görüşlü çocukları biri sabah diğeri öğleden sonra aynı silahla vurulmuştu ve bunların kavgası sıkıyönetim ile gecede bitti.
Çünkü (bana göre) çatışmayı tetikleyenler de kendileri olduğu için o safhayı kapattılar.
Dostlarımız geliştirdikleri bu proje ile ülkeyi kurtarmak için ölümü göze alabilecek gençleri bir paket içinde birleştirmişlerdi.
Bu paketlerin tamamını içeri aldılar ve orada ne onur, ne haysiyet, ne gurur bıraktılar.
“Bir sağdan bir soldan astılar”.
Büyük ve çok önemli bir operasyondu.
Başardılar.
Solcular karşılarındakinin ve yönetimin Amerikancı olduğunu düşündüğünden yaşananları pek yadırgamadı ama ülkücü kesim devlet diye bildiği yapının neden böyle bir zulüm yaptığını yıllarca anlayamadı.
Birçoğu hala da anlamış değil.
Bir türlü ödeşilemeyen “biz bedel ödedik” lafı o zulümlerden sonra çıktı.
Devlet (?!) ne istediyse yapmışlardı ama sopayı yiyenler de onlar olmuşlardı.
Bir kısmı gladyocu idi ama gladyonun ne olduğunu dahi bilmiyordu.
Onlar ülkenin bekası için ölümü göze almıştı ve ağabeyleri ne derse yapıyordu.
Bu ağabeylerin samimiyetinden, vatana bağlılığından kimse şüphe duymuyordu.
Arada töreye, vicdana, akla, ahlaka uymayan işler yapıldığında ise hizaya getirmek için kullanılacak motto hazırdı “lider, teşkilat, doktrin sorgulanmaz”.
Bu salaklık derecesinde saf Anadolu çocuklarını ikna etmeye yetiyordu.
Ne de olsa Osmanlı’nın kulu olan ve birçoğu Sünni (hatta Eşari/Selefi) tedrisatta yetişmiş yani ulu’l emre itaat geleneğinden gelen ailelerin çocukları idiler.
Hasbelkader üniversiteye gelmiş ama kültürel olarak gelişmemiş, hür bir birey olmanın şuuruna erememiş bir güruh desek çok da hata etmiş olmayız.
Kendilerine biçilen donla kahraman olmak üzere vatanı kurtarma mücadelesine giren ancak aslında kanlı bir tiyatronun figüranları olmaktan öte gidemeyen saf Türkmen çocukları.
Karşısındakiler kim onlarda aynı mahallenin diğer çocukları.
Bir tarafta Sünni fazla diğer tarafta Alevi fazla, fark o.
Bu arada MTTB’nin yetiştirdiği İslamcılar nerede?
Onlar ise kenarda kavgayı seyrederken badem bıyıkları ile maklubeleri gömerek bir taraftan semiriyorlar, bir taraftan da abileri tarafından müjdelenen altın neslin göreve geleceği günün hayalleri ile sarhoş oluyorlar.
Kendilerini 72,5 fırkadan biri (hangisi olduğu fark etmez) olarak gördüğünden cennetle müjdelenen bir cemaatin üyesi olmanın gururu ve kibri ile bileniyorlar.
Bu kesimde de özel olarak tanzim edilmiş güya İslami eserler dışında okumak yok, sorgulamak yok, sadece itaat var.
(Mesela büyük üstat olarak saygı duyulan fesli Kadir’in ve Necip Fazıl’ın hayat hikayelerini ve menfaatleri için ne hallere düştüklerini bilseler saygı duymaya devam ederler miydi?)
Burada adrese teslim cennet, huri vs var bir de kurdukları ticari ağ üzerinden ekonomik dayanışma.
Toplum içinde ahlak abidesi olarak görünen bu kesim 28 Şubat dönemlerinde Hz Ömer’in adaletinden Hz Ali’nin ilminden bahsediyor Kur’an ayetleri üzerinden güzel ahlak örnekleri veriyorlardı.
Şahsen ben onları o dönemde samimi Müslüman olarak görürdüm ancak son dönemlerde Amin Maalouf'un dediğine katılıyorum; “Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar”.
Bizim tedrisatımızda Müslüman yalan söylemez, Müslüman vicdansızlık, adaletsizlik etmez, Müslüman ahlaksızlık yapmaz, Müslüman kibir içinde bulunmaz.
Müslüman el emindir, Müslüman ilim kapısıdır, Müslüman tevazu sahibidir vs. bunlardan bazılarının gösterdiği tevazu dahi şov…
Az buçuk beden dilinden anlıyorsanız sahte bir tevazu ardında ne büyük bir kibrin olduğunu görüyorsunuz.
1970’lerde kamplara ayrılan yani paketlenen o kuşaktan akredite olanlar bugüne kadar siyasette her tarafta ve yerde yer aldı ve kuzu gibi verilen her görevi yerine getirdi.
Bazıları koftiden muhalefet oldu.
Kenarda racon kesti ama tekrar içeri gireceğim diye tabiri caizse it gibi korktu.
Çok azı özünü kaybetmedi, inancının gereği vazifesini her koşulda ifa etmeye çalıştı.
Bugün siyasi arenaya baktığımızda -özellikle pandemiden sonra- büyük kısmının öldüğünü görüyoruz ancak bir kısım görevliler bitmek tükenmek bilmeyen görev aşkı ile sahadalar.
Bana göre bu bahsettiğim 68 kuşağı olarak anılan kesimin........© ngazete
