menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

PKK’yi feshetme ve silah bırakma çağrısı: Dönüm noktası mı, taktik mi?

9 15
28.02.2025

Öcalan’ın “silahları bırakın, PKK’yı dağıtın” çağrısı, hukuki, güvenlik ve siyasi cephelerde devasa soru işaretleri yaratıyor. Türkiye’nin anayasal düzeni, güvenlik stratejileri ve geçmişte defalarca patinaj yapmış barış süreçleri düşünüldüğünde, bu çağrının neyin kapısını aralayacağı ciddi bir muamma. Türkiye belki de nihayet silahlı çatışmaların karanlık tünelinden çıkıp kalıcı bir istikrara yönelebilir. Ancak geçmişteki hezimetler, ince elenip sık dokunmaz, güven tesis edilmez ve kurumlar arasında koordinasyon sağlanmazsa, tarihin kendini tekrar etmekte ne kadar mahir olduğunu hatırlatıyor.

Yusuf KANLI

Türkiye’nin bir türlü çözülemeyen Kürt meselesi, Abdullah Öcalan’ın “silahları bırakın, PKK’yı feshedin” mesajıyla belki de tarihi bir yol ayrımına geldi. Elbette bu, ne yazık ki “tamam abi” denilip geçilecek türden bir mesele değil. Türkiye’nin anayasal çerçevesi, güvenlik konsepti ve geçmişteki barış girişimlerinin hüsranla sonuçlanmış sicili göz önüne alındığında, bu çağrı, hukuki açıdan ne anlama gelir, silahsızlanma gerçekten mümkün müdür ve en önemlisi, bu işin siyasi ve toplumsal yankıları ne olur gibi sorular havada asılı duruyor. Üniter devlet yapısını ve terörle mücadele anlayışını düşününce, bu çağrının “barış” mı yoksa yeni bir belirsizlik dönemi mi getireceği, en azından şimdilik, tamamen muallakta.

Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni, “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” ilkesine dayanmakta olup, ayrılıkçı silahlı hareketlere karşı tavizsiz bir tutum sergilemiştir. Bu çerçevede, PKK’nin kendini feshederek silah bırakması önerisi, mevcut anayasal ve yasal düzen içinde nasıl bir karşılık bulacağı sorusunu gündeme getirmektedir. Benzer şekilde, güvenlik politikaları boyutunda da, yaklaşık kırk yıldır süregelen askeri tedbirler ve terörle mücadele stratejisinin böylesi bir adımla birlikte nasıl evrileceği tartışmaya açıktır. PKK’nin silah bırakması, devletin güvenlik yaklaşımında köklü bir değişimi zorunlu kılabilir; terörle mücadeleden, silahların bırakıldığı bir ortamda barışçıl çözüm ve toplumsal entegrasyona yönelik politikalara geçiş ihtiyacını doğurabilir.

Tarihsel perspektiften bakıldığında ise, Öcalan’ın bu çağrısı, Türkiye’de geçmişte yürütülen barış süreçleriyle kıyaslanarak değerlendirilebilir. Özellikle 2013-2015 yıllarındaki Çözüm Süreci, benzer şekilde silahların susması ve siyasal çözüm arayışı noktasında önemli bir deneyim sunmuş, ancak çeşitli faktörler nedeniyle akamete uğramıştır. Bu tür geçmiş deneyimler, devlet ile örgüt arasındaki güvenin tesis edilmesi, kamuoyu desteği ve siyasi iradenin sürekliliği gibi unsurların barış girişimlerinin başarısında belirleyici olduğunu göstermiştir. Tüm bu boyutlar göz önünde bulundurulduğunda, Öcalan’ın silah bırakma çağrısı, Türkiye’de hukuki, siyasal ve tarihsel dinamiklerin kesişim noktasında ele alınması gereken kritik bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

1. Hukuki Çerçeve

Anayasanın değiştirilemez maddeleri kapsamında değerlendirme:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk dört maddesi devletin temel niteliklerini ve değişmez hükümlerini belirler. Bunlar devletin Cumhuriyet olması, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü (üniter yapısı) ve resmi dilinin Türkçe olması gibi prensipleri içerir. PKK’nin silah bırakıp kendini feshetme süreci, bu temel ilkelere aykırı olmamak koşuluyla yürütülmelidir.

Nitekim hukukçular, barış müzakerelerinde Anayasa’nın ilk üç maddesinin (devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri ve bütünlüğü ile resmi dil) kesinlikle tartışma konusu yapılmaması gerektiğini, aksi halde sürecin başarıya ulaşamayacağını vurgulamıştır. Öcalan’ın çağrısının da Türkiye’nin üniter yapısını veya resmi dilini değiştirme talebi içermediği, aksine silahlı mücadeleyi bırakıp demokratik siyaset zemini arayışı olduğu varsayılırsa, bu çağrı anayasal çerçeveye aykırılık teşkil etmez.

Öte yandan, bazı siyasi aktörler ilk dört madde üzerinden yürüyen tartışmaların yeni bir demokratik anayasa arayışının önünü tıkadığını savunmaktadır. Bu görüşe göre “kırmızı çizgiler” yerine, toplumsal mutabakat odaklı daha geniş bir anayasal reform vizyonu gerekir. Ancak mevcut durumda devletin kurucu ilkeleri kırmızı çizgi olarak kabul edildiğinden, barış sürecinin bu ilkelere saygılı bir biçimde ilerlemesi esastır. Öcalan’ın 2013 Nevruz mesajı gibi açıklamalarında da Türkiye’nin bütünlüğü içinde “demokratik çözüm” vurgusu yapması, sürecin Anayasa’nın değiştirilemez hükümleriyle çelişmeyeceği yönünde önemli bir işarettir.

Terörle mücadele mevzuatı ve yasal çerçeve:

PKK, Türk yargı kararlarıyla terör örgütü kabul edilmiştir; üyeleri ve eylemleri Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 1991 tarihli Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında ağır cezalara tabidir. Bu hukuki durum, devletin silahlı örgütlerle müzakere yürütmesini zorlaştırmaktadır, zira örgüt üyeleri hukuken suçludur. 16 Temmuz 2014’te çıkarılan 6551 sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun bu açmazı gidermek üzere sürece yasal zemin sağlamayı amaçlamıştır.

Söz konusu yasa, çözüm sürecine dair hükümete görev ve yetkiler vermiş ve bu görevleri icra edenlerin hukuki sorumluluk doğurmayacağını belirtmiştir. Ancak birçok hukukçu bu çerçeve yasanın yetersiz kaldığı görüşünde birleşmiştir. Örneğin Prof. Ersan Şen, hukuki altyapısı zayıf bir projenin sorumlulukları ortadan kaldırma gücüne sahip olamayacağını, 6551 sayılı Yasa’nın olası hukuki sorunları çözmekte eksik kaldığını ifade eder. Özellikle, silah bırakma ve topluma kazandırma sürecinde güvence sağlamak için daha kapsamlı ve detaylı bir yasal düzenleme gerektiği dile getirilmektedir.

Mevcut yasalara göre, örgüt üyelerinin ceza almadan topluma karışabilmesi ancak “af” ya da etkin pişmanlık hükümleriyle mümkündür. TCK m.221 (etkin pişmanlık), terör örgütü üyelerinin teslim olup işbirliği yapmaları halinde cezada indirim öngörmektedir. Ne var ki bu madde, kan dökmemiş olan örgüt mensupları için uygulanabilirken, suç eylemine karışmış kişiler için uygulanamamaktadır. Yani sadece örgüte katılmış ancak çatışmaya girmemiş olanlar pişmanlık hükümlerinden yararlanabilir; güvenlik güçlerine saldırı, adam öldürme gibi suçlara karışanlar kapsam dışıdır.

Bu nedenle, PKK kadrolarının büyük bir kısmının cezai yaptırımdan muaf şekilde silah bırakabilmesi için genel veya kısmi bir af kanunu tartışmaya açılabilir. Ancak geçmişte çıkarılan kısmi afların toplumsal tepki uyandırdığı da unutulmamalıdır. Devlet yetkilileri geçmişte “eli kanlı olanlara af olmayacağı” yönünde kesin açıklamalar yapmıştır. Dolayısıyla, olası bir silah bırakma sürecinde hukuk devleti ilkesini zedelemeden, bir yandan da barışa imkan tanıyacak yaratıcı hukuki formüllere ihtiyaç vardır. Buna, şiddete karışmamış militanlar için cezadan muafiyet, diğerleri için cezalarda indirim ve toplumsal entegrasyon programları dahildir.

Uluslararası hukuk ve türkiye’nin yükümlülükleri:

Uluslararası hukuk, egemen bir devlet içinde silahlı bir örgütün varlığını meşru görmez; devletin toprak bütünlüğü ilkesini esas alır. Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum PKK’yı terör örgütü olarak tanımış ve Türkiye’nin terörle mücadelesine prensipte destek vermiştir. Bununla birlikte, uluslararası hukuk çerçevesi devletlere çatışmaları barışçıl yöntemlerle çözme sorumluluğu da yüklemektedir. Nitekim BM Şartı uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümünü teşvik eder ve iç hukuk düzenlemelerini insan haklarına saygılı şekilde uygulamak esastır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi de terörle mücadelede temel hak ve özgürlüklerin korunmasını şart koşmaktadır. Özellikle ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğüne saygı, Kürt meselesinde şiddetin sona erdirilmesi sürecinde kritik bir yer tutar.

Bu bağlamda Türkiye, terörle mücadele tedbirlerini uygularken bile hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını gözetmekle yükümlüdür. Uluslararası insan hakları hukukuna göre çatışma mağdurlarının zararlarının tazmini de önemli bir yükümlülüktür; Türkiye, terör eylemlerinden zarar gören sivillere tazminat ödemeyi taahhüt eden düzenlemelere sahiptir. Bu da barış sürecinde hem PKK mağdurlarının haklarının hem de silah bırakanların adil muamele görme hakkının dikkate alınması gerekeceğine işaret eder.

Öte yandan, uzun süredir devam eden PKK çatışması niteliği itibariyle iç silahlı çatışma (NIAC) olarak da değerlendirilebilir. Türkiye, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ne taraf olup iç çatışmalarda asgari insani standartları belirleyen Ortak Madde 3’e uymak durumundadır. Bu madde, silah bırakmış veya çatışmaya doğrudan katılmayan kişilere insanca muameleyi zorunlu kılar. Türkiye, çatışma süresince zaman zaman bu standartların ihlali nedeniyle uluslararası eleştirilere maruz kalmıştır (örneğin 1990’larda köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler). Yeni bir barış hamlesinde bu gibi ihlallerin tekrarlanmaması, hatta geçmiş ihlaller için yüzleşme mekanizmalarının (hakikat komisyonu gibi) kurulması, uluslararası toplum nezdinde sürecin kredibilitesini artıracaktır.

Bazı uzmanlar, Türkiye’nin 1977 tarihli II. Ek Protokol’ü de onaylamasının çatışma durumlarında sivillerin korunmasını güçlendireceğini, yeni bir çözüm sürecine katkı sunacağını belirtmektedir.

Uluslararası örnekler, silahlı örgütlerin silah bırakma süreçlerinde üçüncü taraf izleme ve güvenlik garantilerinin faydalı olabileceğini gösteriyor. Kuzey İrlanda barış sürecinde (1998 Good Friday Agreement) İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) silah bırakırken uluslararası komisyonlar süreci denetledi ve eşzamanlı olarak siyasi katılım ve mahkum affı adımları atıldı. Kolombiya’da FARC örgütüyle 2016 barış anlaşması BM gözetiminde silahsızlanma ve topluma reintegrasyon programları içerdi.

Türkiye ise egemenlik hassasiyeti nedeniyle dış ara buluculuğa mesafeli yaklaşsa da, uluslararası normlara uygun yasal çerçevenin hazırlanması taraflara güven verebilir ve uluslararası desteği kolaylaştırır. Örneğin, silahların bırakılması aşamasında bağımsız gözlemcilerin (BM, AB veya sivil toplum koalisyonları) bulunması dünya kamuoyu nezdinde sürecin şeffaflığına katkı sunacaktır.

Türkiye’nin AB üyelik süreci kapsamında geçmişte yaptığı reformlar (örneğin Kürtçe yayın serbestisi, işkenceye sıfır tolerans v.b.) çatışma çözümüne zemin hazırlamıştı; benzer şekilde, güncel süreçte de Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri doğrultusunda demokratik standartları yükseltmesi hem PKK tabanının taleplerini karşılamaya yardımcı olacak, hem de devletin meşruiyetini pekiştirecektir. Sonuç olarak, Öcalan’ın silah bırakma çağrısını hayata geçirirken uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler, sürecin hukuki çerçevesinin insan hakları ve barışçıl çözüm ilkelerine uygun biçimde tasarlanmasını gerektirir.

2. Devletin resmi politikaları ve güvenlik perspektifi

PKK ile Mücadelede Temel Stratejiler:

Türkiye, PKK’ya karşı yaklaşık 40 yıldır hem askeri hem siyasi çok boyutlu bir mücadele yürütmüştür. 1984’te PKK’nın silahlı eylemleri başladıktan sonra 1990’lar boyunca devlet, doğu ve güneydoğuda “düşük yoğunluklu savaş” doktrini uygulamıştır. Bu dönemde rutin hukuk düzeninin dışına çıkılarak kontra-gerilla yöntemleri devreye sokulmuş; köy boşaltmaları, zorunlu göçler, faili meçhuller ve köy koruculuğu sistemi gibi uygulamalarla örgütün halk desteğini kesme amaçlanmıştır. Aynı zamanda TSK, PKK’ya karşı geniş kapsamlı operasyonlar düzenlemiş, sınır ötesinde Kuzey Irak’a sık sık askeri harekatlar yapılmıştır.

Bu sert güvenlik politikaları PKK’yı ciddi kayıplara uğratsa da çatışmayı tümüyle bitirememiş, aksine bölgede ağır insan hakları ihlalleri yaşanmasına yol açmıştır. 2000’lere gelindiğinde klasik askeri yönteme ek olarak daha sofistike stratejiler benimsendi: İstihbarat teşkilatı (MİT) devreye girerek örgüt yönetimine yönelik nokta operasyonlar, teknolojik takip ve psikolojik harekât yöntemleri yoğunlaştırıldı. Özellikle 2007 sonrasında İHA/SİHA gibi insansız hava araçlarının etkin kullanımıyla PKK lider kadrolarının etkisiz hale getirilmesi hız kazandı. Ayrıca örgüte katılımı önlemek için sosyo-ekonomik yatırımlar, bölge halkının kazanılması yönünde adımlar atıldı. Örneğin AK Parti hükümeti döneminde altyapı projeleri, sosyal yardım programları ve kültürel haklarda kısmi iyileştirmeler (Kürtçe TV kanalı açılması gibi) uygulandı.

Devletin resmi çizgisi uzun süre “terörle mücadelede taviz verilmez” şeklinde özetlenebilirdi. Kamuoyu önünde Türk hükümetleri, PKK ile müzakere etmediklerini, teröristlerin tek seçeneğinin ya silahlarıyla birlikte teslim olmak ya da etkisiz hale getirilmek olduğunu vurguladılar. Bununla birlikte, perde arkasında farklı dönemlerde iletişim kanalları açıldığı biliniyor. 1990’larda Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve bazı bürokratların PKK ile dolaylı temas girişimleri olmuş; 2000’lerin başında ise güvenlik güçleri PKK’nin tek taraflı ateşkeslerinden yararlanarak örgütü zayıflatma yoluna gitmiştir. 2009 sonrası dönemde devlet ilk kez açıkça “Kürt açılımı” politikasıyla sorunun yalnız askeri yöntemle çözülemeyeceğini, demokratik araçların da devreye girmesi gerektiğini kabul etti. Ancak bu açılım süreci bile “silah bırakma”yı kesin bir önkoşul olarak masada tutmuştur.

Örneğin 2013’te çözüm süreci başlatıldığında hükümet, PKK’dan Türkiye topraklarını terk etmesini ve eylemsizlik ilanını bekledi; karşılığında belirli reformlar yapmayı planladı. Resmi söylemde PKK’nın tamamen dağıtılması nihai hedef olarak her zaman belirtildi, fakat bunun yönteminde dönemsel değişiklikler görüldü: Askeri baskı ile siyasi çözüm arayışının birlikte yürütüldüğü bir strateji benimsenmeye başlandı.

Öcalan’ın silah bırakma çağrısının devlet politikası açısından anlamı:

Abdullah Öcalan, PKK lideri olarak yıllarca örgütü yönlendirmiş bir figürdür. 1999’da yakalanıp hapse atıldıktan sonra dahi örgüt tabanı üzerindeki etkisi devam etmiştir. Olası bir “PKK’nin feshi ve silah bırakması” çağrısının bizzat Öcalan’dan gelmesi, devlet açısından önemli bir fırsat penceresi anlamına gelir. Çünkü bu, PKK kadrolarını ikna edebilecek en güçlü otoritenin devreye girdiğini gösterir.

Nitekim geçmişte Öcalan’ın çağrıları örgüt üzerinde somut etkiler yaratmıştır: Örneğin 20 Mart 1993’te Öcalan ilk kez tek taraflı ateşkes ilan ederek hükümete barış mesajı göndermiş, bu girişim o dönem çatışmaların durması yönünde bir umut doğurmuştur. Yine 1999’da yakalandıktan hemen sonra Öcalan’ın talimatıyla PKK sınır dışına çekilmiş ve yıllarca eylemsizlik kararı almıştır.

Dolayısıyla Öcalan’ın şimdi silahların tamamen susması yönünde vereceği bir mesaj, devletin terörle mücadelede istediği nihai sonucun örgüt liderliği tarafından kabulü anlamına gelir. Bu durum, resmi politikada bir zafer veya en azından önemli bir kazanım olarak çerçevelenebilir.

Devlet yetkilileri, Öcalan’ın muhtemel çağrısını ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılayacaklardır. Resmi söylem, bu sürecin bir pazarlık veya taviz süreci değil, teröristlerin teslim olma ve Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına boyun eğme süreci olduğunu vurgulayabilir. Örneğin 2015’te Dolmabahçe Mutabakatı açıklandığında hükümet kanadı, Öcalan’ın PKK’ya “kongre toplayıp silah bırakma kararı alın” çağrısını olumlu karşılamış ancak hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını” söyleyerek devletin taviz veriyor görüntüsüne girmesine engel olmaya çalışmıştır.

Bu, resmi politikada çok hassas bir denge gözetildiğini gösterir: Devlet, terörün bitmesine yönelik adımları destekler fakat bunu kendi otoritesini zedeleyecek bir müzakere gibi sunmaz. Dolayısıyla Öcalan’ın fesih çağrısı sonrasında atılacak olası adımlar da bu dengeye göre şekillenecektir. Hükümet, PKK’nın gerçekten silah bırakmasını görmek isteyecek, buna paralel olarak da Kürt vatandaşların demokratik haklarının genişletilmesi, bölgenin ekonomik kalkınması, belki Öcalan’ın cezaevi şartlarının insani ölçülerde iyileştirilmesi gibi dolaylı taviz sayılabilecek adımları değerlendirebilecektir. Ancak devletin kırmızı çizgileri (ülke bütünlüğü, kamu düzeninin bozulmaması, silahlı militanların cezasız kalmaması gibi) korunacaktır. Örneğin örgüt üyelerinin toplu affı veya özerklik verilmesi gibi konular resmi politikada düşünülmeyecektir. Devlet, silah bırakma adımını şartsız bir teslimiyet olarak algılamak isterken, PKK kanadı bunu müzakereyle varılmış karşılıklı bir süreç olarak görmek isteyebilir.

Resmi bakış açısında bu ikilem, “devlet teröristle masaya oturmaz; terörist ancak teslim olur” şeklinde özetlenebilir. Yine de yakın dönemde yürütüldüğü iddia edilen görüşmelerde, devlet temsilcilerinin (özellikle MİT Başkanı iken şimdi Dışişleri Bakanı olan Hakan Fidan gibi isimlerin) Öcalan’la temas kurarak bir yol haritası üzerinde çalıştığı basına yansımıştır. Bu, devletin pragmatik bir şekilde Öcalan’ın otoritesini çözüm yönünde kullanmaya açık olduğunu gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da geçmiş açıklamalarında “teröristlerin silah bırakıp sınır dışına çıkması halinde gerekeni yaparız” diyerek aslında böyle bir sürece kapıyı aralık bırakmıştır. Öcalan’ın çağrısı gerçekleşirse, bunun siyasi sonuçları da olacaktır: İktidar, yıllardır devam eden bir çatışmayı bitirmenin getireceği krediyle hem ulusal hem uluslararası arenada konumunu güçlendirebilir. Bu ihtimal, özellikle 2023 seçimleri sonrasında yeni bir siyasi denge arayışında olan hükümet için cazip görülmektedir.

Güvenlik bürokrasisi ve askeri yetkililerin bakışı:

Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik bürokrasisi, PKK ile mücadelede en ön safta yer almış kurumlardır. Geçmişte ordu içinde “terörle mücadele ancak askeri zaferle olur, teröristle müzakere olmaz” şeklinde katı görüşler hakimdi. 1990’larda bazı üst düzey........

© Muhalif