Sadakat çağında muhalif kalmak
Bir toplumun neye güven duyar? Akla mı, yoksa itaate mi?
Bu tercih, bir milletin kaderini sessizce çizer…
Liyakat, insanın bir işi bilgiyle, emekle, hakkıyla yapabilme kudretidir. Kişinin değerini soyundan, kimliğinden, elinde tuttuğu kartvizitten, “bağlılığından” değil; yeteneğinden, ahlakından ve adalet anlayışından alan bir sistemdir. Her düzenin omurgasında olması gereken bu ilke, aslında insanın kendi emeğine duyduğu saygının da başka bir adıdır.
Sadakat ise farklı bir zeminde gelişir. Orada yetenek değil, bağlılık ölçülür. Doğrunun yerini emir, adaletin yerini sadakat alır. Sorgulamak “tehdit” sayılır; susmaksa “erdem”. Bu kültürde liyakatli insan güvenilmez bulunur, çünkü o, bağımsız düşünendir. Düşünmek, sadakat kültüründe bir tür başkaldırıdır.
İşte tam da bu yüzden sadakati liyakatin önüne koyanlar, çoğu zaman güçlü olanlar değil, aksine zayıf olanlardır. Çünkü onlar bilgiye değil, biata yaslanırlar. Akıllı insanı değil, itaatkâr insanı tercih ederler; zira düşünmeyen bir topluluk, yönetilmesi en kolay kalabalıktır. Tarih boyunca her otoriter sistemin gizli silahı, düşünmeyenlerin sadakati olmuştur.
Bugün kurumlarda, siyasette, hatta en küçük topluluklarda bile “Kim daha ehil?” yerine “Kim bizden?” diye soruluyor.
Liyakat, aslında bir ahlak biçimidir. Sadece bilmek değil, doğruyu bilip ona bağlı kalmaktır. Sadakat ise ahlakı aidiyete dönüştürür; kişiye, gruba, fikre, kimliğe bağlar. Böyle bir düzenin içinde insan, değer değil ancak onay üretir. Yaratıcılık, eleştiri, yenilik… hepsi “uyum” adına törpülenir. Zamanla insanlar fikirlerini değil, korkularını paylaşır hâle gelir.
Platon’un bilge yöneticisi artık yoktur. Onun yerini, bilgiden değil........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein