Öfkenin İkliminde Yaşamak: Adaletin Suskun, Zorbanın Gür Olduğu Bir Ülke
Toplum adeta bir gerilim teline dönmüş durumda; dokunan yanıyor, çekilen tınlıyor, kimse sesin kime ait olduğunu ayırt edemiyor. Öfke geliyor, göz kararıyor; öfke gidiyor ama yüz kızarmıyor…
Sanki hava, biriken öfkenin pasını taşıyor; kimyası bozulmuş bir ülkenin, sinapsları yanmış bir toplumun içinde yürüyoruz. Herkes çok “haklı”, kimse huzurlu değil.
Hobbes’un “insan insanın kurdudur” cümlesi, bugün yalnızca bir felsefe ders notu değil; apartman boşluklarında, asansörlerde, toplu taşımada, sosyal medyada yankılanan bir günlük pratik. İnsanlar sanki birbirine karşı sürekli tetikte. Her yerde bir güvensizlik, bir saldırı ihtimali var.
Durkheim’ın “anomi”si de hakeza, artık sosyoloji kitaplarının sayfalarında değil; gündelik hayatın damarlarında dolaşıyor.
Horatius’un dediği gibi; “Öfke, anlık bir deliliktir.” Evet ama aynı öfke tekrarlandığında bireysel bir an olmaktan çıkıp, toplumsal bir akıl yitimine dönüşüyor.
Bu bir “kötü insanlar” meselesi değil; bu bir iklim meselesi. İklim bozulduğunda, sağlam ağaç da kurur. Güvensizlik, belirsizlik ve adalete duyulan şüphe, gündelik dilimize toksin gibi sızdı. Sözün yerini bağırış, meramın yerini tahakküm aldı. Yetersizlik duygusu, kendine ayna arıyor ve o aynayı en kırılganın yüzünde buluyor.
Güçsüzlük kaygısı, yıkıcılıkla telafi edilmeye çalışılıyor; kendi eksikliğini, başkasının yüzünde çiziklere dönüştüren bir psikoloji bu…
Şiddet, artık istisna değil; bir iletişim biçimi, daha doğrusu iletişimsizlik biçimi. Trafikte selektör, evde psikolojik ve fiziksel şiddet, okulda alay, sokakta itiş… Hepsi aynı zincirin halkaları.
Bu zincir, önce dilimizde; kelimelerimiz küçülüyor, hakaret büyüyor.
Bir toplum önce dilden düşer: Cümleler kısalır, anlam ağırlaşır, ses yükselir.
Toplum adeta cinnet hali içinde…. Kime dokunsan patlayacak sanki… Herkeste aynı öfke bulutları…
***
Bugün, kadınla erkeğin birbirine temas ettiği yerde sevgi değil, güç savaşı doğuyor çoğu zaman. Kadının sessizliği ve erkeğin tahakkümüyle büyüyen bu döngü, her gün bir başka hayatı yutuyor. Oysa mesele sadece “kadına şiddet” değil; mesele, güçle sevgiyi karıştıran bir uygarlığın hastalığı. Gücü sevgi sanıyoruz, sevgiyi güçle ispatlamaya çalışıyoruz. Bu yüzden ilişki değil, üstünlük kuruluyor; sevmek yerine “sahip olunuyor”.
Trafikteki öfke, ilişkideki tahakkümün, sokaktaki hiddetin başka bir biçimi. Şehir, ruhunu kaybetmiş bir canlı gibi. Direksiyon başında elleri titreyen adam, yalnızca öndeki araca değil, hayatta bir türlü geçemediği herkese saldırıyor aslında.
***
Çocuklarının yanında yumruk yiyen baba, bir toplumun sabrının son kırıntısı. Artık şiddetin ne cinsiyeti ne yaşı, sadece hiyerarşisi var. “Güçlü” hissedenin, “arkası sağlam” olanın, gücü yettiğine saldırdığı ve çöktüğü bir düzen.
Bir belgeselde, kartalın gökyüzünde tavşana yöneldiği anı izliyoruz. Her şey doğal, net, açıklanabilir: En hızlı, en çevik, en güçlü olan hayatta kalıyor. Tavşan koşuyor, kartal dalıyor, doğa kendi yasasını uyguluyor. Fakat insana gelince bu yasa yozlaşıyor. Bizim dünyamızda artık avlanmak, yaşamak için değil; hükmetmek, haz almak, varlığını ispat etmek için yapılıyor. Doğada güç bir araçken, insanda bir kimliğe, bir kimlik ispatına dönüşmüş durumda. Orada güç, doğanın dengesi için var, burada egonun tatmini için. Kartalın kanat sesini değil, insanın öfkesini duyuyoruz her sabah.
***
Bir alt geçitte, Beyoğlu’nun göbeğinde, bir adam kalbine saplanan bir bıçakla yere yığılıyor. Ne bir dağ başında, ne de ıssız bir sokakta… İstanbul’un kalbinde. Failin sabıkası bir düzine… Oradan geçen herkesten haraç kesiyormuş. Kim bilir kaç kişi görmezden gelmiş, kaç kişi sessizce yolunu değiştirmişti.
Ama asıl soru şu: Oradan hiç mi polis geçmedi? Hiç mi zabıta uğramadı? O alt geçit, o semt, o insanlar kime emanet? Bu şehirde herkes birbirine dokunmaktan korkuyor artık, çünkü kimsenin kimseyi koruyamayacağına inanıyor. Devletin olmadığı yerde, korku devleti kuruyor kendi düzenini.
Okul koridorlarında 15 yaşında bir lise öğrencisi, arkadaşını darbediyor; o anları cep telefonu ile kaydediliyor. Kaydetmek bir referans haline geliyor; galibiyetin, kazanmanın…
Beş yaşındaki Yıldırım, iki yetişkinin “yan baktın” kavgasının arasında kalıyor; öfke onun masum kalbini vuruyor.
Bir liseli çocuk, arkadaşlarının zorbalığıyla yere yığılıyor, kafa travması geçiriyor. Eğitimin değil şiddetin dersini alıyor.
***
Şiddetin nedenleri çoğu zaman basitçe “kötülük”e indirgenir. Oysa daha derin bir anatomisi var: Güç........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Ellen Ginsberg Simon
Constantin Von Hoffmeister
Mark Travers Ph.d