menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dev aynasındaki bireyler ve hakikatin yerine geçenler

13 1
10.07.2025

Kolektiflik, bir zamanlar birbirine omuz vermek, aynı ağırlığı taşımak, aynı yükü bölüşmek iken bugün, çoğu zaman, sadece görünmekten ibaret. Aidiyet artık bir eylem değil, bir imaj. Bir arada olmak, aynı şeyi hissetmekten çok aynı pozu vermekle ölçülüyor.
Dijital çağın en büyük illüzyonlarından biri bu: Birlikteymiş gibi görünmek. Hashtag’ler, paylaşımlar, ortak sloganlar… Bunlar, dışarıdan bakıldığında bir topluluğun izlerini taşıyor. Ama içeride ne var? Gerçek bir amaç mı, bir inanç mı, yoksa sadece paylaşılabilir bir imaj mı?
Birlik olmak, artık, hiss etmekle değil, göstermekle ilgili. Kolektifin özü kayboluyor; geriye sadece parlatılmış bir yüzey kalıyor. Gerçek dayanışma, görünmez olandır. Ancak biz artık görünmez olanı değil, en çok görünür olanı kutsuyoruz.
Oysa toplumlar, kitleler, ancak ortak bir dertle derinleşebilir. Derdin yerini “estetik” alırsa, kalabalık, bir sahneye dönüşür. Herkes rolünde, herkes izleyiciye oynuyor. Aidiyet artık bir bağlılık değil; bir “performans”. Bir hissin değil, bir estetiğin içinde var olma çabası.
Bu yüzden sormak gerekiyor: Gerçekten birlikte miyiz, yoksa birlikteymiş gibi yapan yalnızlar mıyız?

***

Günümüzde toplumsal duyarlılık, çoğu zaman ekranın soğuk ışığında sergileniyor. Bir etiket, üzerine siyah fonlu iki dramatik cümle, fonda duygusal bir müzik… O kadar.

Ardından kahve konuyor bardağa ve hayat kaldığı yerden süslü bir kayıtsızlıkla devam ediyor.

Acı paylaşılmıyor; sadece estetikle paketlenip servis ediliyor.

Bugün aktivizm, giderek bir kendini konumlandırma biçimine dönüştü. İnsanlar çoğu zaman bir dava için değil, bir davanın yanında nasıl durduklarını göstermek için konuşuyor. Direniş, içerikten değil görünürlükten besleniyor.
O yüzden en etkili eylem biçimi, artık bir meydan değil; bir kare.

***

Toplumsal travmalar karşısında yükselen (dijital) tepkilerde, acıya ortak olmakla acının estetiğini pazarlamak arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. En duygusal müzikler eşliğinde “hissedilen” acı, çoğu zaman gerçek bir dayanışma çağrısından çok, bir imaj yönetimi pratiğine dönüşüyor. Bu yüzden bazen bir felakete üzülmek değil, “üzülebilen biri gibi görünmek” daha öncelikli hale gelebiliyor.
Bir acı haberi karşısında ekran başında gevşek bir huzurla salınan bedenler görüyoruz artık. “Şükür ki benim başıma gelmedi” duygusuyla…
Biri gasp, hırsızlık, taciz gibi yüz kızartıcı bir suç işlediğinde ve yakalandığında o an orada bulunan veya ekranın öbür ucundaki kalabalık bir anda infaz heyetine dönüşüyor. Linç refleksi, suçtan çok yakalanmış olmaya duyulan öfkeyle şekilleniyor. Çünkü aslında o kalabalığın içinden bir kısmı, aynı suça meyilli ya da çoktan bulaşmış olabilir… Yakalanmayanın adıdır dürüstlük biraz da bu topraklarda… Cezalandırmak da bir tür bastırma…
Filistin için bir gece boyunca ağladıktan sonra, sabah kahvaltı masasında filtre kahveler paylaşılıyor.
Bolu’daki otel yangınında yanan çocuklar kadar çabuk yanıyor hafızalar…
Bir kadının sokak ortasında katledilişini saniye saniye izledikten sonra aynı parmakla onu unuttuğumuz yere kayıyoruz…
Bugün 12 askerin şehit olduğu haberi ekranlara çöküyor, üç gün sonra algoritmada izi........

© Muhalif