ALLAH, “TEK İLÂH’TIR”
Hz. Yusuf bir saray iftirası sonucu zindana atıldığında onunla birlikte iki genç daha zindana atılmış ve orada arkadaş olmuşlardı. Bu gençler zindanda gördükleri bir rüyayı Hz. Yusuf’a yorumlatmak istediklerinde Hz. Yusuf arkadaşlarının bu isteğine cevap vermeden önce onlara bazı nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demişti: “Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rab[bın varlığına inanmak] mı, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah[a inanmak] mı?Allah’ı bırakıp tapındığınız her şey gerçekte sizin ve atalarınızın kendi muhayyilenizden çıkardığınız [anlamsız] isimlerden öteye geçmemektedir; çünkü bunlar hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir Allah. [Neyin doğru, neyin eğri olduğu konusunda] hüküm yalnızca Allah’a aittir. Ve O da kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan [tek] din budur; ama insanların çoğu bunu bilmez.”[1]
Dikkat edilirse bu âyetler, Kur’ân’da tevhidi en muhteşem bir şekilde açıklayan ve gerçek dinin de ne olduğununun tanımını bize açıkça öğreten âyetlerdir. Âyetlerde önce “farklı ilâhlara mı, yoksa tek olan ilâha mı kulluk etmek daha iyidir?” sorusu sorulmakta, arkasından da Allah’ın yanına/yerine/altına koyulan tüm ilâhların anlamsızlığı vurgulanarak bunun “dînul kayyim” yâni “dosdoğru, sabit, sürekli, varlığını, gerçekliğini ve etkinliğini daima koruyup devam ettiren din” olduğu belirtilmektedir. Bu tamlamaya Râgıb el-İsfahânî de: “hakkı ayakta tutan din” karşılığını vermektedir.[2] İşte insânlık boyunca –bu gün de– tüm anlaşmazlıklar “tek ilâh” olarak Allah’ı kabul edenlerle O’nu “çoğaltmaya/farklılaştırmaya/ayrıştırmaya” çalışan ve Tevhid’i/Ulûhiyyet’i maddi/mânevî eklektik unsurlarla şirke dönüştüren zihniyet/mantık arasında olmuştur. İşte bu çoğaltıcı/eklektik zihniyetin Kur’ân’daki en açık uygulayıcı örneği de “Hz. İsâ’yı uluhiyet mertebesine yükseltmek suretiyle” tevhidi zedeleyen Hristiyanlardır.
Kur’ân, Allah’ın âyetlerini büken bu inanç sahiplerine şöyle seslenmektedir: “Ey İncil’in izleyicileri! Dininiz[in temeli olan hakikat]in sınırlarını aşmayın ve Allah hakkında yalnız hakikati söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah’ın Elçisi –O’nun Meryem’e ulaştırdığı vaadi-[nin tahakkuku]– ve O’nun yarattığı bir can idi. O halde Allah’a ve peygamberlerine inanın ve “[Allah bir] üçlüdür!” demeyin. Kendi iyiliğiniz için [bu iddiadan] vazgeçin. Allah, Tek İlâh’tır; çocuk sahibi olmaktan münezzehtir: göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık değildir.”[3]
Âyetin hitabına baktığımızda bu seslenişin İncil’in izleyicisi/takipçisi olanlara yapıldığını görmekteyiz. Gerçi âyetin bu ifâdesinde İncil kelimesi geçmemekte onun yerine vahye muhatap olan insânlar yâni “Ehl-i Kitap” tamlaması kullanılmaktadır. Ama bu âyetteki uyarı Hristiyanlara olduğunundan kitâb terimi “İncil” olarak çevrilmiştir. İncîl kelimesinin aslı “iyi/hayırlı haber/müjde” anlamına gelen Yunanca “euaggelion/euangelion” olup Latince’ye “evangelium”, Fransızca’ya da “évangile” olarak geçmiştir. Kur’ân’da İncil kelimesi, geç Mekke dönemine ait bir sûre dışında tamamı Medenî sûrelerde olmak üzere on iki yerde geçmekte ve bu âyetlerin tamamı Hz. Îsâ’nın tebliğ ettiği ilâhî vahyi, Hz. Peygamber döneminde yaşayan Hristiyanların elinde bulunan kitabı ifade etmektedir.[4]
Ama şu da bir gerçek ki; İncil/euaggelion kelimesini, Ahd-i Cedîd[5] külliyatı içinde Hristiyanî olarak ilk defa Pavlus “Îsâ tarafından öğretilen yeni doktrin” anlamında kullanmıştır. Özetle; İncil kelimesi, havâriler sonrası dönemde II. yüzyıldan itibaren kilise dilinde kurtuluş müjdesiyle Îsâ Mesîh’in doktrinini içeren, havârilerin bizzat görgü tanığı oldukları yazıları, Hz. Îsâ’nın hayat ve öğretisine dair havârilere ait dinî bilgileri ihtiva eden kitapları ifade etmeye başladı. Bu çerçevede önce söz konusu kitapların muhtevasını belirtmek, kurtuluş müjdesini bir bütünlük içinde ifade etmek üzere tekil; daha sonra kitapların kendileri için çoğul olarak kullanıldı. İncil kelimesini kitap anlamında kullanan ilk kişi Justin’dir, II. yüzyılın ortasında Justin bu kelimeye çoğul şekliyle yer vermiş ve “havârilerin hâtıratı” olarak nitelendirmiştir. Kur’an’da İncil daha çok Tevrat’la birlikte zikredilmekte, Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı tasdik ettiği, kendisine kitabın, hikmetin, Tevrat ve İncil’in öğretildiği bildirilmektedir. Şu halde Kur’ân terminolojisinde İncil, sadece bir müjde ve mesajı değil aynı zamanda o müjde ve mesajı ihtiva eden kutsal kitabı da ifade etmektdir.[6]
Âyetin bu seslenişinden sonra kitap ehline yapılan ilk uyarı “dinin sınırlarını aşmamaları” ve “Allah hakkında yalnız doğruyu/hakîkati söylemeleridir.” Âyette geçen “taglû” fiili “taşkınlık/aşırılık” demektir. Bu da bize gösteriyor ki; vahiy aracılığı ile gerçek “dine/fî dînikum” sahip olan bu insânlar, bu hakîkat doğrultusunda yaşayacak/inanacak yerde kendilerine gelen ilimden sonra inanç noktasında tevhidin sınırlarını aşmış ve Allah hakkında yanlış tasavvurlar oluşturarak hak ve hakîkati gizlemişlerdir. Bu gizlenen/çarpıtılan hakikât ise Meryem oğlu İsâ Mesih’in –tüm diğer peygamberler gibi– Allah’ın “resûlü/elçisi” ve aynı zamanda onun yine Allah tarafından “Meryem’e atılmış/ulaştırılmış bir kelimesi ve O’ndan bir rûh” olduğu gerçeğidir. Hz. İsâ’nın Meryem oğlu olarak tanımlanması yâni Hz. İsâ’nın annesine nispet edilerek anılması, onun diğer insânlardan farklı bir yaratılışa sahip olduğu; babasız yaratıldığı gerçeğine işaret etmek içindir. Bir başka yaklaşım da babasız dünyaya gelmesi sebebiyle ona ilâhlık vasfını yakıştıranlara yanlışlarını hatırlatmak, onun da diğer insanlar gibi bir annenin rahminde yaratılıp dünyâya gönderildiğine vurgu yapmaktır.
Hz. İsâ’nın “resûl” olması; O’nun Allah tarafından seçilmiş, bu âleme gönderilerek insânları müjdelemek ve uyarmak görevi/sorumluluğu ile yüklenmiş olduğunun ifâdesidir ve bu terim/kavram üzerinde tartışma yoktur. Ama bunun yanında Hz. İsâ’nın “Allah’tan Meryem’e ulaşan/atılan bir kelime” olarak tanımlanmasında geçen “kelime” ile neyin anlatılmak istendiği hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kur’ân’da “kelime” kavramıyla doğrudan Hz. İsâ’nın işâret edildiği üç âyet bulunmaktadır. Bunlar; Âl-i İmrân/39, 45 ve Nisâ/171. âyetleridir. Bütün bu âyetleri inceleyen müfessirler ortak ve herkes tarafından rahat anlaşılır bir karşılık olarak Hz. İsâ’nın Allah’ın “kün/Ol” emri neticesinde mûcizevî bir şekilde doğduğu için onun “kelimetullah” şeklinde nitelendirildiğini söylemişlerdir. Başka bir görüş de “kelime” ifâdesinin Kur’ân’da çoğunlukla Allah’tan bir tebliğ, yahut Allah’ın irâdesinin bir tezahürü veya O’nun vaadi anlamında kullanıldığı[7] gerçeğinden yola çıkarak “Allah’ın Kelimesi”nin vahiy aracılığıyla yapılan ilâhî bir vaad’e işaret ettiğini bildirmişlerdir.
Yine Hz. İsâ için kullanılan “Mesih” ismine gelince bu kelimenin aslı Ârâmîce “meşiha”, İbrânîce “mâşiah”tır. Sâmî dillerde müşterek olan kelimenin fiil kökü Arapça’da “meseha”, Asur dilinde “maşâhu”, Ârâmîce ve İbrânîce’de “mâşâh” olup “el sürmek, elle sıvazlamak, boyutunu anlamak için eli bir şeyin üzerine koymak, yağ sürmek, yağla meshetmek” anlamındadır. Terim olarak Mesîh ise “yağ sürülmüş, yani yağla meshetmek........© Mir'at Haber
visit website