Üç Durak: Vicdan, Perde, Gelecek
“Bu dünyada yaşayabilmek için
üç şeyi yapabilmelisin:
Ölümlü olanı sevebilmelisin;
onu,
kendi hayatının ona bağlı olduğunu bilerek
kemiklerine bastırabilmelisin;
ve zamanı geldiğinde,
onu bırakabilmelisin.”
(Mary Oliver/In Blackwater Woods, çev: M. Biten)
**
· “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin! Adaletli olun; takvaya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)
**
· “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklar.” (Nesâî, Âdâbü’l-kudât, 1)
**
Çarşamba
Adaletin Olmadığı Yerde Söz Değersizleşir
Zamanla bazı kavramlar anlamını yitiriyor. “Adalet” artık çokça konuşulan ama az uygulanan bir kelimeye dönüştü. Oysa adalet, sadece mahkemelerde değil, vicdanlarda da yaşamalı. Gazeteci Fatih Altaylı’nın tutuklanması, hepimize şu soruyu tekrar sordurdu: Bir fikir hoşumuza gitmediğinde onu susturmak mı, yoksa ifade özgürlüğünü savunmak mı daha değerli? Kimi seversin, kimi sevmezsin; ama adalet herkes için geçerli olmalı. Kişilerin kimliklerinden, üsluplarından bağımsız olarak hak ve adaletten yana olmak gerekir.
Düşünce özgürlüğü bir ayrıcalık değil, temel bir haktır. Bu hak sadece bize yakın olanları değil, karşıt fikirleri de kapsadığında anlam kazanır. Susturulan tek bir kişi bile olsa, aslında hepimizin sesi kısılır. Bugün görmezden geldiğimiz haksızlık, yarın bizim kapımızı çalabilir. Toplum olarak güçlü olmanın yolu, adaleti ilkesel olarak savunmaktan geçer. “Şimdi onun başına geldi, yarın benim başıma gelirse kim konuşacak?” sorusu hep aklımızda olmalı.
Adaletin gerçekten var olduğu yer, insanların korkmadan konuşabildiği yerdir. Çünkü bazen bir kişinin susturulması, koca bir toplumun sessizliğidir. Ve bu, en büyük kayıptır.
Perşembe
Gölgedeki Sahne
“Sahne ışığı, gölgeye borçludur varlığını.”
(Yakup’un Defteri)
Tiyatronun tarihi, yalnızca perdelerin açılıp kapanmasıyla değil, sözün ne zaman sus(turul)duğu, hangi jestin “fazla geldiği” ve hangi duygunun seyircinin kalbine varmadan önce yolda durdurulduğu anlarla da yazılır. Her sanat biçimi gibi tiyatro da hem gösterir hem gizler; ama onu diğerlerinden ayıran şey, bu gösterme-gizleme diyalektiğini anlık, canlı ve kamusal bir zeminde gerçekleştirmesidir. Ne var ki, bu canlılık ve açıklık, tiyatroyu aynı zamanda Yasa’nın –ve onun içselleştirilmiş, yumuşatılmış versiyonu olan otosansürün– doğrudan hedefi hâline getirir. Çünkü tiyatroda fikir yalnızca bir metinde “dile gelmez,” aynı zamanda bir bedende “vücut bulur.” Söz eyleme, düşünce sahneye dönüşür.
Tiyatronun kurucu mitlerinden biri olan Dionysos’un, aklı zorlayan, düzeni bozan, taşkın ve çift anlamlı doğası boşuna değildir. Tiyatro her zaman fazladır: Fazla söze, fazla hisse, fazla tepkiye, fazla soruya gebedir. Ve her fazla, düzenin “az”ına karşı bir tehdit gibi algılanır. Bu yüzden sanatçının değilse bile, kelimelerinin, jestlerinin, mizansenlerinin muhakkak gözetim altında tutulması gerekir. Sansür, tam da bu gözetimin kurumsallaşmış biçimidir. Ama daha derini, daha sinsisi, daha içten geleni vardır: Otosansür.
Otosansür, yalnızca yazı masasındaki titremede değil, prova salonundaki bakışlarda, yönetmenin “orayı biraz yumuşatalım” deyişinde, oyuncunun “bunu oynarsam başıma bir şey gelir mi?” sorusunda; hatta seyircinin, sahnede gördüğü bir kelime karşısında başını sağa sola çevirmesinde bile kendini belli eder. Görünmezdir ama etkilidir. Karar vermemiştir ama yön vermiştir. Yasaklamamıştır ama uzaklaştırmıştır.
Ve bu yönlendirme, genellikle sadece dışarıdan gelen bir tehdit değil, içerideki “ikna” ile çalışır. Modern iktidarın en büyük başarısı budur: Tehdidi dışarıdan içeriye taşımak, bireyin ruhsal alanına yerleştirmek. Michel Foucault'nun "kendini gözetleyen özne" fikri burada yankılanır: Tiyatro-yazarı, dramaturg, oyuncu, sahne tasarımcısı artık sadece seyircinin değil, içselleştirdiği Yasa’nın da seyircisidir. Yasa artık perdenin önünde değil, zihnin........
© Milli Gazete
