Çizgiler, yolculuklar ve sessizlikler
“Seyyah oldum pazar pazar dolaştım
Bir tüccara satamadım ben beni
Koyun oldum kuzu ile meleştim
Bir sürüye katamadım ben beni
Ben beni kendimi
Canımı özümü dost
Dostlar beni bir kazana kodular
Kırk yıl yandım daha çiğdir dediler
Ölçeğimi gram gram yediler
Bir kantarda tartamadım ben beni” (Mahzuni Şerif)
*
· Allah nezdinde tek [hak] din, [insanın] O’na teslimiyetidir; daha önce vahiy verilenler, ¹² kıskançlıklarından dolayı, kendilerine [hakikat] bilgi[si] geldikten sonra [bu konuda] farklı görüşlere sarıldılar. ¹³ Allah’ın mesajlarının doğruluğunu inkâr edenlere gelince; unutma, Allah hesap görmede hızlıdır. (Âl-i İmrân, 19)
*
· “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.)
Cuma
Diyanet’le sınırlanmış bir din algısı
Diyanet’in kamulaştırdığı bir din anlayışı ile dinin genel atmosferinin devleti yönetenlerin gündemiyle sınırlı hale getirilmesi; ve aynı zamanda ellerine tutuşturulan metinlerin genişliği kadar bir dünyaya sahip olan din görevlilerinin ederi, kapsayıcılığı ya da görünürlüğü kadar bir dindarlık. Ya da sadece bir memuriyet ifası kadar bir şey. Bu tablo, modern Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin geldiği noktayı çarpıcı biçimde özetliyor.
Devlet, dini kamusal hayatta kontrol altında tutarken, onu bir güvenlik meselesi ve toplumsal düzen aracı olarak yeniden tanımlamaktadır. Bu durum, dinin asli işlevi olan anlam üretme, topluluk inşa etme ve ahlaki kılavuzluk sağlama rollerini ikinci plana itmekte; yerini devlete sadakat üzerinden şekillenen bir memuriyet dindarlığına bırakmaktadır.
Dinin kamulaştırılması: Diyanet modeli ve tek seslilik
Türkiye özelinde, dinin kamusal temsili büyük ölçüde Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden sağlanmaktadır. Bu yapı, dini çoğulculuğun değil, devletin belirlediği sınırlar içinde bir tek sesliliğin garantisidir. Vaaz metinleri merkezden gelir, dini söylem senkronize edilir, din görevlileri birer bürokrat gibi hareket eder. Oysa din, tarihsel olarak bir sivil alanın ve tabandan gelen hakikat arayışlarının mekânıydı. Medreseler, tekkeler, cemaatler ya da halk âlimleri, dini yalnızca devletten öğrenmezdi; din hayatın içinden konuşurdu.
Bu kamulaştırılmış yapı içinde, dinin kapsayıcılığı daralır, farklı yorumları susturulur ve en nihayetinde dinin ruhu, devletin çıkarlarına tâbi kılınır. Devlet için “makbul din”, itaatkâr bireyler ve sarsılmaz bir düzen üretmelidir; özgür bireyler ve eleştirel bir toplum değil.
Dindarlığın bürokratikleşmesi: İtaat, sükûnet ve görünürlük
Din görevlileri, günümüzde artık dini temsil eden kişiler olmaktan çok, dini uygulamaların rutin bürokratları haline gelmişlerdir. Onların dünyası, ellerine tutuşturulan metinlerin sınırlarını geçemez; konuşmaları, duaları, hutbeleri merkezden belirlenir. Bu yapıda bir imamın veya vaizin şahsi derinliği değil, ne kadar uyumlu olduğu değerlidir.
Bu durumun toplumda da karşılığı vardır. Dindarlık artık ahlaki bir tavır değil, ritüel sadakati ve görünürlüğüyle ölçülmektedir. Kamusal alanda dindar görünmek, bir tür toplumsal kabul aracıdır. Ancak bu görünürlük, bireyin hakikatiyle olan iç yolculuğunu yansıtmaz; aksine, çoğu zaman o yolculuğu örter.
Sivil dinin yitimi: Toplumu inşa eden din nerede?
Devletin tekelinde şekillenen bu din anlayışı, sivil dinin kökünü kazımaktadır. Oysa tarih boyunca din, iktidardan bağımsız toplulukların oluşmasını sağlamış, ezilenlerin sesi olmuş, vicdani muhalefeti beslemiştir. Sivil din, yalnızca bir inanç değil, bir toplum inşa etme biçimidir; adaletin, dayanışmanın, merhametin ve özgürlüğün temelidir.
Bugün bu inşa edici yönüyle dinin sesi neredeyse tamamen kısılmıştır. Camiler, adalet için toplanılan değil, düzenli törenlerin yapıldığı mekânlara dönüşmüştür. İslam dünyasında, özellikle Türkiye’de, dinin muhalif ve vicdani sesi susturulmuş, onun yerine sistemle tam uyumlu bir teşkilat dini ikame edilmiştir.
Din ve devlet arasında: Yeni bir toplumsal anlam........© Milli Gazete
