Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (72)
Kandemir’in sahîh mülâkatı
Sertel’lerin Yarım Ay mecmûasının, hayâtında riyâ nedir bilmemiş Mehmed Âkif’le yaptırdığı mülâkattan nasıl Kemalist Propagandaya malzeme olacak yalanlarla örülmüş muharref bir metin çıkardığını bize gösteren bir delîl de, kıymetli gazeteci ve birçok araştırma kitabının müellifi Feridun Kandemir merhûmun (İstanbul, 1895 – a.y., 25.1.1977, Sahrâ-i Cedîd Mez.), Üstâd’la, Yarım Ay’ınkiyle aynı günlerde yaptığı mülâkattır. Mehmed Âkif’i söylediklerini tahrîf etmiyecek ve ettirmiyecek kadar gönülden seven Kandemir’in mülâkatının sahîh olduğu hemen anlaşılıyor ve bunda, bildiğimiz, sevdiğimiz Mehmed Âkif’le karşı karşıya geliyoruz. Bu mülâkatı gerek Yarım Ay’ın, gerekse (aşağıda bahis mevzûu edeceğimiz) Son Posta ve Tan’ın mülâkatları ve Kuntay’ın Hakkı Tarık Us’tan rivâyetiyle mukâyeseli olarak mütâlaa ettiğimizde, Mehmed Âkif’in bu dört tahrîfâtçıya aslında hangi beyânâtta bulunmuş olabileceği kolaylıkla tahmîn ediliyor.
Sedat Simavi’nin Yedigün mecmûasının 1 Temmuz 1936 târihli nüshasında neşredilen röportajı içimiz burkularak okuyoruz:
“Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak, vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.
“Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum: Zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra yavaşça soruyorum:
“- Özledin mi bizi üstad?..
“Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesile her şeyi söylemiş olurdu:
“- Özlemek mi oğlum… Özlemek mi?...
“Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu:
“Mısırdan üç gecede geldim... Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü… Orada on bir yıl kaldım… Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım…
“- Hasret…
“Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:
“- …Çok acı…
“- Ya kavuşmanın sevinci?
“- Onu sorma oğlum… Onu ben kendi kendime bile soramıyorum… Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm, hiç bir şey göremedim.
“Ve kendi kendine söylüyor:
“- Cennet gibi yurdumdayım ya… Çok şükür.
“Hastalığı akla geliyor:
“- Karaciğerim, dalağım şişmiş, geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
“Eski hatıralarını deşiyorum. Milli mücadelenin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşmamızı hatırlatıyorum.
“- Evet… - diyor - İstanbuldan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdardan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan ‘Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarında karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarile, kâh beygirlerle Lefkeye geldik, ve trenle Ankara’ya ulaştık…........
© Milat
