menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Mehmet Tatlı yazdı | “Yeter artık hayır”: Barış sürecini “Yetmez ama evet”çilik ile lanetlemek

11 6
27.07.2025

Barış süreci, Türkiye’nin yakın dönem siyasal tarihinde yalnızca silahların susmasına dönük bir girişim değildir. Aynı zamanda tüm eksikliklerine rağmen, şimdiye dek yarattığı tartışma zemini itibarıyla bile devlet-toplum-siyaset ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına dair yapısal bir müdahale olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte iktidarın gönülsüzlüğü ise herkesin malumu. Selahattin Demirtaş’ın hâlâ cezaevinde tutulması, barışın önüne iktidar eliyle koyulan engellerin en somut ve bilinen örneği.

Fakat barışa yönelen karşı basıncın kaynağı sadece Erdoğan ve rejimi değil. Türkiye’deki entelektüel ve ideolojik muhalefet de -özellikle 23 yıllık AKP iktidarında aldığı derin yaralarla- kavramsal açıdan zayıflamış bulunuyor; alternatifi sunma çabalarından ziyade çoğunlukla savunma niteliğinde refleksif bir pozisyona savrulmuş görünmekte. Bu durum, muhalefet kesimlerinin barış sürecine yaklaşımında da kendini gösteriyor.

“Lübnanlaşma” tartışmalarından “laik cumhuriyet elden gidiyor”a kadar bitmek bilmeyen ezber tepkiler, üstelik “vatanseverlik” kisvesi altında belli kesimlerde popülaritesini hâlâ koruyor. Öyle ki barış sürecini 2010 referandumundaki “Yetmez ama evet” kampanyasıyla ilişkilendirme çabalarına girişenler dahi var. Düşülen bu tekrarlar, ihtiyaç duyulan siyasal analizlerden çok, hafıza mühendisliğine hizmet eden anakronik bir muhalefet pozisyonu üretiyor.

Barış sürecine yönelik eleştirilerin belki de en çelişkili olanı, laiklik temelinde geliştirilen itirazlardır. Barış sürecine “laik cumhuriyet tehdit altında” argümanıyla tepki gösterenlerin temel yanılgısı, AKP ile Kürt hareketini aynı potada eritip hakikati bükme çabasıdır. Bu okuma biçimi, Kürt siyasal hareketinin 40 yıllık ideolojik ve pratik dönüşümünü ve bugünkü radikal çoğulculuk modelini tamamen göz ardı ediyor.

Her şeyden önce Kürt hareketini kökünden değiştiren PKK, 1978’deki kuruluşundan bugüne kadar özellikle Kürtler arasında bir Alevi-Sünni birlik zemini üretmiştir. Kurucu kadrolardan bugünün yöneticilerine kadar PKK’de bir Alevi, Sünni, Ezidi ile Şii ve kadın-erkek konsensüsü söz konusu olmuştur. Birçok tartışmaya ve eleştiriye rağmen Kürt hareketi, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren kadın özgürlüğü ve çok dinli/çok inançlı örgütsel ve toplumsal yapı gibi ilkeleri kurumsallaştırarak laikliğin yalnızca din-devlet ayrımına indirgenemez bir boyutunu Türkiye’nin birçok yerinde gündeme getirmiş, yüksek destek aldığı birçok kentte de hegemonik laiklik anlayışı olarak hayata geçirmiştir. Bu yadsınan gerçeklik karşısında, koruyucusunun bürokrasi olduğu geleneksel “laik” devlet söylemi primitif bir görünüm sergiler.

Paradoksun daha da çarpıcı boyutu, Kürt hareketinin bu seküler dönüşümünü Kürt şehirlerindeki devlet destekli ağalık-şeyhlik kurumlarına karşı gerçekleştirmiş olmasıdır. Sadece AKP döneminde değil, öncesinde de devletle açık iş birliği içinde olan bu feodal ve dini yapılar, ironik biçimde dönemin laiklik yanlısı siyasi partileri tarafından desteklenmiş ve laikliğin koruyucusu sayılan ordu ve MİT gibi kurumlar tarafından da kollanmıştır. Hizbullah’ın devlet tarafından beslenmesi, kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde dini yapıların araçsallaştırılması gibi uygulamalar, devletin laiklik iddiasının ne kadar çelişkili olduğunu gösterir. Kürt hareketinin inşasına giriştiği seküler toplum tam da bu çelişkinin teşhiriyle mümkün olmuştur.

Bu seküler dönüşümün teorik boyutu da göz ardı edilmemelidir. Jineoloji gibi feminist epistemolojiye dayanan metodolojik ve pratik yaklaşımlar, klasik pozitivist laikliğin ötesinde bir seküler toplumsal cinsiyet perspektifi iddiasındadır. Jineoloji, sadece kadın-erkek eşitliğini değil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında hiyerarşi karşıtı bir örgütlenme modeli sunduğu iddiasındadır. Bu iddia, laikliğin bürokratik yorumunun değil, gündelik yaşam düzeyinde de pratiğe dönüşmesi anlamına gelmektedir.

Bu seküler karakterin somut tezahürü özellikle yerel yönetimlerdeki cinsiyet ve inanç politikalarında görülmüş ve Türkiye’nin her yerine yaydığı ve artık bir ülke gerçekliğine dönüşen eş başkanlık modeli bu dönüşümün en görünür örneği olmuştur. Kürt hareketinin bu noktadan geriye düşmesini iddia etmek ya da ummak 40 yıllık realite ile çelişir.

Bu gerçeklik, yeni çözüm sürecinde de kendini göstermektedir. Nitekim yeni çözüm süreci başladıktan sonra Abdullah Öcalan’a ait ilk derli toplu siyasi beyan olan ve PKK’nin 12. Kongresi’ne gönderdiği 35 sayfalık Perspektif metninin 17 sayfası kadın ve toplumsal cinsiyet konusuna ayrılmıştır. Öyle ki Türkiye’de Aile Yılı tartışmaları sürerken ve eşcinsellik iktidar tarafından şeytanlaştırılmışken Öcalan LGBTİ meselesini irdelemiş ve iktidara ve topluma esaslı eleştirilerde bulunmuştur.

Laiklik temelindeki eleştirilerden daha da problemli olan bir diğer yaklaşım, tarihsel analojiler üzerinden geliştirilen itirazlardır. Barış sürecine yöneltilen eleştiriler içinde en sığ, en kolaycı ve manipülatif olanı, süreci 2010 referandumundaki “Yetmez Ama Evet” pozisyonu ile ilişkilendirme çabasıdır. Bu benzetme iki farklı siyasal mesaj ima eder: İlki, Erdoğan’ın yeni anayasa sürecinde kimseyi tatmin etmeyecek ölçüde sınırlı tavizler sunacağı, buna karşılık Kürtlerin de gönülsüzce Erdoğan’ın yeniden aday olmasına razı geleceği varsayımıdır. İkincisi ise PKK’ye ve Kürtlere zamanında Fethullahçılara açılan alan gibi bir alan açılacağı ve dolayısıyla “bilinen devletin” –tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi– Kürtler tarafından bir şekilde içerden yıkılacağı imasıdır.

Yaygın şekilde bilinenin aksine 2010 referandumunda Kürtler YAE’ci, evetçi ya da hayırcı değildir; aksine boykot geliştirmiştir. Hatırlamanın önemli olacağı gibi, 2010 referandumundan sadece 10 ay önce Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılıp Eş Genel Başkanlar Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a siyaset yasağı getirilmiştir. Üstelik DTP’nin kapatılması kararı, Atatürkçü yargıyı temsil eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın mühendisliği ve çoğunluğu AKP’li Anayasa Mahkemesi üyelerinin kabulüyle alınmıştır. DTP’den sonra kurulan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) boykot tavrının tam da 2010 referandumuyla kavgaya tutuşan bu Atatürkçü-İslamcı milliyetçi konsensüsün etkisi de unutulmamalı.

Bu analojinin en kritik zayıflığı, 2010’dan bugüne yaşanan yapısal dönüşümleri tamamen göz ardı etmesi. Bu 15 yıllık süreçte Türkiye’nin siyasal mimarisi kökten değişmiştir. 2010 referandumunun ana taşıyıcı aktörleri Erdoğan ve hiçbir zaman temsil meşruiyeti edinmemiş, fakat Ecevit’ten Erbakan’a, oradan Erdoğan’a kadar devlet içinde desteklenmiş Fethullahçı yapılanmaydı. Bu yapılanma devleti ele geçirme yönünde stratejik bir vesayet planı yürütürken, Erdoğan da bu planın hem taşıyıcısı hem de nihai hedefi olarak sürecin siyasal zeminini temsil etmekteydi.

Bu noktada Fethullahçıların karakteristik özelliklerini hatırlamak gerekir. Fethullahçıların en temel karakteristiği, siyasetin değil bürokrasinin aktörü olmalarıydı. Bu nedenle........

© Medyascope