menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Laiklikten Sekülerliğe

7 0
25.07.2025

Rönesans ve Aydınlanmayı yaşayan Batı’da devletin tanımı da devlete bakış da değişmiş, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789 Fransız İhtilalinden sonra vatan, vatandaş ve bağımsızlık devleti oluşturan üç unsur olarak ortaya çıkmıştır. Devletin meşruiyet temelini de vatandaşların varsayılan sözleşmesi ya da rızası oluşturmuştur. Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu anlayışın hangi aşamalardan geçtiğinin irdelenmesi, Din-Devlet ilişkisi ve olur olmaz her fırsatta Laikliğe uygunluk, Laikliğe aykırılık söylemlerinin bilimsellikle ne denli bağdaştığının ortaya konulması için gerekli görülmektedir.

Devlet denilen yapının en eski örneklerini Antik Mısır’dan itibaren görmek mümkündür. Mitolojiye göre Tanrı Ra’nın üç çocuğu vardır. Biri kız, ikisi erkek, kızın adı İsis, erkeklerden birinin adı Osiris diğerinin adı Set’tir. İsis ile Osiris’in çiftleşmesinden yine bir tanrı olan Horus yani Mısırlıların şahin başlı tanrısı dünyaya gelmiştir. Horus tarihte II. Ramses olarak bilinen Mısır Firavununa hulûl etmiş ve ortaya bir Tanrı-Kral çıkmıştır.

Mısır Firavunlarının ilahlık iddiaları Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edilmiş, Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya sapkınlık ve azgınlık halinde olan Firavun’u uyarmasını çünkü kendisini “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diye tanıttığını bildirmiştir ( Nâziât 17-24).

Tanrı-Kral anlayışı Mısır firavun hanedanlıkları boyunca devam etmiş, her anlamda Mısır’ı taklit eden Antik Yunanda da Mezopotamya’da kurulan devletlerde de Hindistan ve doğusunda da bu anlayış yaşatılmış, Zeus Olimpos tanrılarının kralı olarak en yüce tanrı sıfatıyla mitolojide yerini almış, Enkiler, Marduklar, Mitralar, Ahura Mazdalar hep tanrı krallar olarak kabul görmüştür. Mısır’ın Tanrı-Kral anlayışı başta Atina olmak üzere birçok koldan Roma Devletine de hâkim olmuştur. İmparator Augustus gibi bazıları ölümlerinden sonra, Caligula gibi bazıları da daha hayattayken kendilerini tanrı ilan etmişlerdir. İmparatorun kendisini Tanrı ilan etmesi hem bir siyasi güç göstergesiydi hem de halkın tamamı üzerinde otorite kurmanın en kolay ve etkili yoluydu.

Pavlus aracılığıyla ortaya çıkarılan ve İsa Mesih’e nispet edilen yeni dinin Roma’da tutunabilmesi için teolojik alt yapı hazırlanmış ve Hıristiyanlığın mimarı sayılan Pavlus; “Herkes altında bulunduğu yönetime bağlı olsun. Çünkü tanrıdan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen kimseler tanrının koyduğu nizama karşı gelmiş olurlar. Karşı gelenler yargılanır. Yönetim senin iyiliğin için tanrının hizmetindedir. Yönetim kılıcı boş yere taşımıyor, kötülük yapanın üzerine tanrının gazabını salan intikam alıcı olarak tanrının hizmetinde bulunuyor. Sadece tanrının gazabından çekindiğiniz için değil, vicdanen de yönetime bağlı olmalısınız. Vergi ödemenizin nedeni budur. Yöneticiler tanrının hizmetkarlarıdır. Vergi hakkı olana vergiyi, gümrük hakkı olana gümrüğü, korku hakkı olana korkuyu, saygı hakkı olana saygıyı, herkese hakkını verin.” demek suretiyle devlete itaati Tanrıya itaat olarak saymış ve böylece devleti Teokratik Devlet, tebaayı da o devletin kulları haline getirmiştir. Kilise bu minval üzere dört yüzyılı aşkın bir süre Roma Devletini kutsal devlet/tanrı devleti olarak kabul etmiştir.

476 yılında Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı. İmparatorluk topraklarında meydana gelen otorite boşluğu yerel dükler, kontlar, baronlar ve Kilise’nin ruhbanlarıyla dolduruldu. Feodalitenin sahne aldığı bu dönem yerel otoritelerin kendi başlarına güçlendiği bir dönemdi.

Hıristiyanlık öğretisindeki birkaç etkili faktör Kilisenin servetine servet katmasına sebep olmuştu. Öncelikle klasik öğretide zenginin makbul bir kul olmadığı ve cennete girmesinin neredeyse imkânsız olduğu fikri, zenginlerin hayatlarının sonuna doğru cennete girebilmek adına bütün mal varlığını Kiliseye bağışlamak suretiyle kendilerini garantiye alma teşebbüsleri kilise için ciddi bir gelir kaynağı oluşturmuştu. Kilise’nin bu şekilde güçlenmesinin mimarlarından biri Aziz Benedikt’tir (480-547 İtalya). “Rahip affetmeden cennete gidemezsiniz” düşüncesini halka kabul ettirmişti. Öte yandan vaftiz ve umumi günah çıkarma törenleri de kilise için birer gelir kaynağıydı. Bunlara ilaveten “A’raftan adam kurtarma” adına düzenlenen Endüljans belgeleri de çok ciddi gelir kaynağı teşkil ediyordu. Ölmüş aziz kimselerin şahsi eşyalarının ziyaretinin kutsanmaya vesile olacağı öğretisi de kiliselerde bu tür koleksiyonların para ile sergilenmesi imkanını sağladı.

Bütün bunlar Kilisenin ciddi bir güç olarak dimdik ayakta durmasını temin etti. Giderek büyüyen yapısal ve ekonomik güç Kilisenin, devletin görevlerini birer ikişer uhdesine almasına yol açtı. Zamanla kendi kontrolünde eğitim kurumları açmaya başlayan Kilisenin bu alandaki gücü günümüze kadar devasa boyutlara ulaşmıştır. Bunun yanında sağlık hizmetleri de Kilise tarafından verilmeye başladı, hastaneler, doktorlar, hemşireler kiliseye bağlı kimselerden oluşur hale geldi. Bunlara ilaveten kütüphane ve sığınakların inşası da kilise aracılığıyla yapılır oldu. Bu sürecin sonunda Avrupa toprağının neredeyse 1/3’ü Kilisenin mülkü haline gelmişti. Merkezi iktidarın yıkılması halkın sorunlarını çözme, anlaşmazlıkları giderme, hakemlik etme ile başlayan süreç Kilisenin yargı erkini de ele geçirmesine sebep olmuştu.

Sekizinci yüzyılda varlığını ve otoritesini iyiden iyiye hissettiren Kilise, Onuncu yüzyıla gelindiğinde gücünün zirvesine ulaşmıştı. Papa hem din hem de dünya işlerinde otorite olduğu için dünya işlerini uygun görüp de taç giydirdiği krallara, imparatorlara bırakıyordu. Cülûs törenleri, taç giydirme merasimleri kiliselerde yapılmaya başlandı. Ayasofya adı verilen merkezi kiliseler taç giydirme merasimlerinin icra edildiği yerlerdi.

Güç zehirlenmesine uğrayan Papalık 1095’te gözünü doğunun zenginliklerine dikmiş ve çoğu çapulculardan oluşan yüzbinleri “İsa’nın askerleri” ilan ederek Kudüs’teki Cennetin Krallığına inandırmıştı. Yaklaşık İki yüz yıllık Haçlı Seferleri macerası sonuç olarak Kilisenin güvenilirliğini sarsmış, Dante İlahî Komedyasıyla Kilisenin karizmasını çizmiş; Rönesansın öncü isimlerinden Machiavelli yazmış olduğu Prens adlı eseriyle “Kilisenin devletten uzak tutulması”nı sıkı sıkı tembih etmiş; Reformun öncü ismi Martin Luther ise Tanrı ile kul arasına Kilisenin girmemesi gerektiği düşüncesini deklare etmek suretiyle dinin kamusal alandan çekilerek vicdanlara hapsedilmesinin fitilini ateşlemişti.

Protestan hareketler halkın desteğini alarak Katolik Kilisesinin alternatiflerine zemin hazırlamış, muhalif söylemlere karşı Kilisenin gerek engizisyon mahkemeleri gerekse silahlı güç kullanmak suretiyle saldırıları Kutsal’ın ne olduğu, Kutsalı kimin temsil ettiği, devlete itaatin Tanrıya itaat demek olmadığı fikirlerinin tartışılmasına yol açmıştı.

Otoriteye başkaldırabilmek için yani Kutsal Devlet anlayışını yıkmak için devletin ne olmadığını Rönesansla birlikte öğrendikten sonra ne olduğunu tanımlama zorunluluğu doğmuş ve bu döneme Aydınlanma dönemi adı verilmişti.

Avrupa düşünce dünyasında çok ciddi bir değişim yaşanmaktaydı. Binlerce yıldır dindarlık devlete bağlılık anlamına gelmekteyken, dini temsil eden kimselere olan güven sarsılmış, halkın inancı sebebiyle sahip olduğu safiyane duyguların ruhban sınıfı tarafından hoyratça istismar edildiği ortaya çıkmıştı. Pekiyi o zaman din yoksa devlet de mi olmayacaktı? Çünkü hiç ayrı düşünülmemişti. Dinden vazgeçmek kadar devletten vazgeçmek de kolay mıydı? Çünkü devlet yoksa vahşet var demekti. Doğa durumuna dönülmüş olurdu ki orada güçlü olan zayıfı ezer ve ona yaşama hakkı tanımazdı. Devlet gücünü Tanrıdan almıyorsa pekiyi kimden almaktaydı?

Bu sorulara verilen cevaplar, devlet denen erkin farklı bir mahiyeti olduğu, olması gerektiği fikrinin tohumlarını atmış, devletin; hiç de iyi olmayan doğa durumundan kurtuluşun çaresi olduğu, devleti bireylerin özgür iradelerinin meydana getirdiği ve devleti oluşturan bireyler için ya da bir sonraki aşamada vatandaşlar için kısmi hak ve özgürlüklerden fedakârlık yapılmak suretiyle ortaya çıktığı, dolayısıyla toplumsal bir antlaşmanın (Le Contrat Social / İctimâî Mukavele/Toplum Anlaşması) devleti meydana getirdiği fikri benimsenmişti.

Her bir filozofun kendi zaviyesinden temellendirdiği ve bireyin merkeze alındığı düşüncelerin genel adı Liberalizmdir. Bu anlamda Liberalizmin kurucuları denilince akla üç isim gelir ki bunlara “Toplum Sözleşmecileri” de denilmektedir. Bunlardan Thomas Hobbes’a göre toplum sözleşmesinin gerekçesi “yaşayabilmek” iken John Locke’a göre “mülk edinebilmek”tir. Rousseau’ya göre ise “özgür olabilmek”tir. Yani çıkış noktaları farklı olmakla birlikte vardıkları nokta aynıdır: Devletin sahibi ilah değil, insandır.

Gelinen noktada feodalitenin hâkim unsurları olan Aristokratlar ve Ruhban sınıfı güç kaybederken şehirlerde ekonomiyi ellerinde tutan ve giderek güçlü hale gelen sermaye yani burjuvazi ekonomik gücün devlette temsil imkânı sağlaması gerektiğine inanmaya ve “Temsil yoksa vergi de yok” fikrinden hareketle ekonomik olarak iflası........

© Maarifin Sesi