Şapka devrimcileri ve devrim karşıtları gerçekten var mı?
Şapka devriminin 100’üncü yılı, birkaç gün önce bazı il ve ilçelerde resmi törenlerle kutlandı.
Bazı sendikalar ve meslek teşekküllerinin yayınladıkları bildirilerde ve sosyal medya mesajlarında; Türkiye’nin modernleşme yolunda attığı radikal adımlardan biri olan şapka devriminin, hâlâ “medeniyetin ölçüsü,” “gerilikten kurtuluşun simgesi” ve “inkılaplardan taviz vermeme kararlılığının nişanesi” olduğu vurgulandı.
Burada bir soru kafaları kurcalıyor:
Her yıl ihmal edilmeden kutlanarak bugüne kadar gelen şapka devrimi, bütünüyle sembolik bir anlatıdan mı ibaret, yoksa arka planında icra sürecindeki bir devrim için gerekli olan somut hukuki-idari mekanizmalar ve araçlar varlıklarını sürdürüyorlar mı?
Bu soruya resmen “Evet!” cevabını vermemiz gerekiyor. Çünkü 25 Kasım 1925’te kabul edilen 671 sayılı “Şapka İktisası (Giyilmesi) Hakkındaki Kanun,” epeyce bir süredir, hükümlerine aykırı hareket edilmesi halinde fiilen ceza uygulamasına konu olmasa da, hala yürürlükte…
Kanunun 1’inci maddesi; “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel, özel ve yerel yönetimlere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve hizmetlilerin, şapkayı giymek mecburiyetinde” olduğunu, ayrıca “Türk halkının da genel başlığının şapka olduğunu” ve “buna aykırı bir alışkanlığın (fes vb) sürdürülmesinin hükümetçe yasaklanacağını” hükme bağlıyor.
Ancak mevcut tabloda, kanunun emredici hükmüne rağmen ne memurlar şapka giyiyor; ne de kanunun kabul ediliş yıldönümünü her yıl hararetle kutlayan “şapka devrimi savunucuları…”
Bu durumda, halen yürürlükte olmasına rağmen fiilen kimsenin uymadığı bu kanun ile, kanun etrafında “şapkadan ve temsil ettiği değerlerden vazgeçmeyiz” söylemleriyle sürdürülen “devrimci-modernleşmeci” retorik arasında açık bir tutarsızlık ortaya çıkıyor.
Bu çelişkili tablonun anlaşılması için; önce devrimlerin doğasına ve işleyiş dinamiklerine ilişkin kavramsal bir çerçeve çizmemiz gerekiyor:
Bir devrim, yalnızca potansiyel ve soyut bir “ilkeler bildirisi,” ya da sembolik bir “dönüşüm beyanı” değildir; esas olarak kinetik, somut ve eylemsel bir pratiktir.
Nitekim, Türkiye’deki devrimler; insanların hayat tarzına, giyim-kuşam tercihlerine, gündelik rutinlerine, davranış kalıplarına ve kurumsal yapıya nüfuz eden radikal bir “sosyal dönüşüm ve uygarlaşma hareketi” olarak tasarlanmış ve hayata geçirilmiştir.
Bu açıdan bakıldığında;
-Devrim, sürdürülebilir bir “devrimci varoluş” için, kurucu tezlerine uygun dinamik, fiili ve somut eylemlere ihtiyaç duyar.
-Eylemsel nitelik taşımayan bir devrim, zamanla gerçeklik zeminini kaybeder.
-Sadece konuşulan, törenlerde hatırlanan, yıldönümlerinde tekrarlanan ama pratikte yaşanmayan bir devrim, kendi kendini çürüten “boş bir gösteri” hâline gelir.
Bu nedenle devrim, diyalektik realite açısından, iki taraflı bir........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein