Süleymaniye bir semtten daha fazlasıydı...
Süleymaniye Camii, ne çektiyse biz solculardan çekmişti, ‘32’de Türkiye Komünist Partisi’nden İsmail ve Halit, iki minarenin arasına “Kahrolsun Açlık ve Sefalet” yazılı pankartı asmış, erketeci David Nae de aşağıda bir ağacın dalına üstünde Lenin’in portresi basılı bir eşarbı bağlamış. ‘44’deyse, Samsunlu Tahsin Berkem aynı iki minarenin arasına bu defa “Saraçoğlu Faşisttir!” yazılı pankartı asarken, beş metre yükseklikten düşüp yaralanmıştı.
Ben üniversiteye başladığımda, Süleymaniye solcuların yaşamlarında yoktu, paça kasnak dalmadan Sahhaflar Çarşısı’na inebiliyor, süt damlalarıyla Yenikapı’daki kahvehânelere, Odunluk veya Kömürlük, takılabiliyorduk. Aşnâ-yi kadîm Ahmet Zeki Pamuk henüz Robert Kolej’deydi, bizim yakadansa sadece Cengiz Güngör vardı, onunla daha çok tren istasyonuna doğru elli adım ilerideki dört masalık Bekrii Mahmut’a takılırdık, bir köşede Karıncaezmez Şevki, diğer köşede biz, diğer iki masadaysa hep karasinekler olurdu.
Süleymaniye’de ‘77’de toplanmaya başlamıştık, sanırım 16 Mart’tan dört beş ay kadar önceydi, ‘78’in 16 Mart günüyse alt sınıfımdan Tuğrul Cılanbol ile Esnaf Hastahânesi’ni az geçmiştik ki, Eczacılık Fakültesi’nin önünden gelen müthiş bir patlamayla yer sarsılmıştı, okuldan çıkıp Süleymaniye gelen arkadaşlarımızın üstüne bomba atılmıştı, yedi ölü kırk bir yaralı, ölenlerden sadece Hatice Özen’i tanıyordum, Yenikapı’dan ve Kadırga’dan arkadaşımdı, yaralılardan tanıdıklarımsa say say bitmiyordu. 16 Mart’tan önce Süleymaniye’de sadece okula girmek için toplanılırken, 16 Mart’tan sonra Süleymaniye solcular için bir semtten daha fazlası olmuştu. Sabah ezanını Sabâ, akşam ezanını Segâh ve yatsıyı da Hicaz makamlarından dinleyip, öyle dağılıyorduk.
Tiryakiler Caddesi’nin bir ucunda Erzincanlı Ali Baba’nın, diğer ucundaysa Şeref Özkan’ın lokantaları vardı. ‘77’de Ali Baba’nın dükkânı salaş bir esnaf lokantasıydı, nereyi tutsan elinde kalıyordu, belki de yirmi otuz yıldır boya badana dahi görmemişti. Bugün size Ali Baba’nın ‘24’de açıldığı söyleyen olursa, pek ciddiye almayın, işin içinde kesinlikle bir ‘24 var ama o ‘24 bizim Ali Baba’nın arabada kuru fasulye pilav satmaya başladığı yıldır, dükkâna geçişiyse daha sonra olmalıydı, bunu orada defalarca dinledim de, ondan biliyorum. Şeref Özkan’ın Beydağı Lokantası ise ‘50’de açılmış, her gün orada rahmetli Coşkun Yıldırım ile mutlaka bir iki bardak acılı ayran içerdik, birkaç yıl önce de Ramazan Minder beni oraya götürmüştü, onunla acılı ayran içtik ama eski lezzeti yoktu, artık ayranı bekletmeden ve içine yedi sekiz dal semiz otu atmadan önünüze getiriyorlardı.
Erzincanlı Ali Baba’nın hemen yanındaki Yaylı Osman amcamızın kahvehânesi diğerlerinden farklıydı, çayı mutlaka porselende demler, radyosundan gırtlağına bülbül konmuş adamları dinlerdi. Eski kabadayılardanmış, içeriye öyle herkesi sokmazdı, hele sigara içiyorsanız, dışarıdaki masalarında dahi oturmanızın mümkünü yoktu, nedeniyse sigara dumanının kedilere dokunması veya kedilerin mûsikî dinleyerek uyuma saatlerinin olmasıydı, sallamıyordu, çünkü onun şaşı tekirlerinin rahatsız edilmekten hiç hoşlanmadıklarının tanığıyım. Kedileri, demli çayı ve mûsikîyi sevdiğimi bildiğinden, beni dükkânına alıyordu, maalesef Osman amcamızın cenâze namazına Süleymaniye’den bir ben katılmıştım, Allah gani gani rahmet eylesin, o tatlı sert görünümünün altında çok nüktedan bir adamdı. Onun yanındaki kahvehânenin ismi aklımdan çıktı, yakınlarda orası da kuru fasulyeci oldu, sonra Bülent’in işe yaramaz kırık dökük eşyâlarını koyduğu bir dükkânı anımsıyorum, ayrıca orası emânetlerin zulasıydı da, ‘80 sonrasında turistler için lokum satan bir dükkân oldu, Ayşe Kadın Hamamı Sokağı’nın Tiryakiler Caddesi’ne kavuştuğu köşedeyse Bülent’in kahvehânesinden yükselen........
© Karar
