menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Taraf tutmanın metafiziği

28 1
02.04.2025

Tarihin en kadim sorularından biridir: Kimin tarafındasın?Bu soru, ilk bakışta sıradan bir aidiyet sorgusu gibi görünür. Oysa bir insanın nerede durduğunu, kimden yana konuştuğunu değil, neye sadık kaldığını ölçen ontolojik bir terazidir aslında. Çünkü bir hakikate sadakat, ancak kimliklerin, ideolojilerin ve grup çıkarlarının ötesinde mümkün. Aksi takdirde hukuk yalnızca bir mahallenin silahına, vicdan ise kolektif öfkenin dekoruna dönüşür.

Günümüzün şiarı, terazinin dengesini bozdu. Gözleri bağlı adalet heykeli artık ya bir sloganın süsü ya da kolektif öfkenin törensel figürü. Artık adil olmak, kendi cephesinden birini feda edebilmek değil; karşı tarafı daha sert cezalandırmak demek. Bu yüzden hakikat, çoğu zaman tribünlerin alkışına feda ediliyor; vicdan ise yalnızca kalabalığın hoşuna gittiği ölçüde hatırlanıyor.

Bu çarpılmanın en sarsıcı biçiminin, bir dönem adaletin vicdanını temsil ettiğini iddia eden İslamcı gelenek içinde ortaya çıkması da manidar. Vaktiyle en ağır adaletsizliklere maruz kalmış ve hakikatin kıymetini en iyi bilen kesimlerden beslenen bu yapı, bugün o hakikati siyasal bir menfaat aracına dönüştürmüş durumda. Adalet artık sabit bir ilke değil, gidişata göre şekillenen bir tutum. Vicdan ise değerlerin sesi olmaktan çıkmış, politik faydaya ayarlı bir refleks hâline gelmiş vaziyette.

Kamu vicdanı, yalnızca toplumsal düzenin değil, bireysel imanın da sınavıdır. Kur’an, şahadeti yalnızca mahkemelerde verilen bir beyan olarak değil, hakikate şahitlik etmeyi hayatın merkezine yerleştirir. “Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe itmesin” diye uyarırken, hakikatin ölçüsünü ne sevgide ne düşmanlıkta arar. Bu yüzden, iman ettiğini söyleyen birinin, zulme maruz kalanın kimliğini değil, maruz kaldığı zulmü öncelemesi gerekir. Çünkü hakikate sadakat, sadık olduğunu iddia........

© Karar