Sessizliğin çift yüzü
"Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” demişti Wittgenstein. Lakin hayat bize gösterdi ki sessizlik yalnızca konuşulamayanın değil, kimi zaman konuşulmak istenmeyenin de perdesidir. Kimi zaman hakikatin kapısı, kimi zaman zulmün ortağıdır. İnsanlık tarihi boyunca sessizlik, bilgelik ile korkaklık arasında gidip gelen bir salıncak gibi oldu. Şimdi bugün biz o salıncağın tam ortasında sallanıyoruz: Hangi sessizliği yaşıyoruz?
Sokrates’in sessizliği, insanı hakikate götüren bir yoldu. Rivayet odur ki öğrencileri soruları karşısında öyle bir boşluğa düşerdi ki konuşacak kelime bulamaz, sükût etmek zorunda kalırdı. İşte o sessizlik, düşüncenin en dürüst ânıydı. Yine Zerdüşt dağa çekildiğinde sessizliği bir kaçış değil, yeni bir dilin inşasıydı.
Tasavvufta “sus ki kalbin konuşsun” sözüyle karşılık buldu sessizlik. Çünkü kalp, çoğu zaman dilden daha gür konuşur. İmam Gazali’nin “kalbin saflaşması, ancak gereksiz sözlerin azalmasıyla mümkündür. Bu sessizlik, insanı hakikate yaklaştırır.” sözündeki bilgelik budur.
Ancak bugün yaşadığımız sessizlik, felsefenin, tasavvufun ya da hakikati arayanların sessizliği değil. Bizim sessizliğimiz çoğu kez korkunun, hesapçılığın ve çıkarcılığın sessizliği. Çocuklar Gazze’de teker teker can verirken, dünyanın en güçlü devletleri diplomatik kelimelerin arkasına saklanarak “tarafsızlık” ilan ediyor. Oysa tarafsızlık diye sunulan olgu, gerçekte zulmün tarafında hizalanmaktır. Çünkü kötülük karşısında sessizlik, yalnızca nötr bir tavır değildir, adalet terazisinin kefesine ağırlık koymaktır.
Tarih de bunun örnekleriyle lebalep doludur. Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın sessizliği, Hitler’in zulmünü büyüttü. Apartheid........
© Karar
